18 Mayıs 2012 Cuma

GANDHİ ÖDÜLLÜ, AT KIZ!

 Prof. Dr. Türkan Saylan, 1935 yılında İstanbul'da doğdu.

 Kandilli Kız Lisesi'nden sonra, İstanbul Tıp Fakültesini kazandı. 1957'de evlendi ve bu evliliğinden iki oğlu oldu. Bir yandan iki oğlunu büyütürken, 1963'de Tıp Fakültesini bitirdi. 1964-1968 yılları arasında SSK Nişantaşı Hastanesi'nden Deri ve Zührevi Hastalıklar Uzmanlığı aldı. Türkiye'de bu alanda ihtisas yapan yedinci kadındır.

 1967'de lepra (cüzzam) çalışmalarına başladı. Cüzzamla Savaş Derneği ve Vakfı'nı kurdu. 1986'da kendisine Hindistan'da ''Uluslararası Gandhi Ödülü'' verildi. 2006 yılına kadar Dünya Sağlık Örgütü'nün lepra konusunda danışmanlığını yapmıştır. Uluslararası Lepra Birliği'nin kurucu üyesi ve başkan yardımcılığını yaptı. Avrupa Dermato Veneroloji Akademisi'nin ve Uluslararası Lepra Derneği'nin üyesiydi. İstanbul Lepra- Deri ve Zührevi Hastalıklar Hastanesi'nin kurulmasında öncülük etti. 1981-2002 yılları arasında 21 yıl gönüllü olarak Sağlık Bakanlığı İstanbul Lepra Hastanesi Başhekimliği'ni yaptı.

 Türkiye'nin aydınlık yüzü sayın Saylan, Türkiye'yi karış karış gezerek lepra hastalarını tedavi etti. Leprayla mücadeleye başladığında Türkiye'de on bin lepralı hasta vardı. Şu an yılda sadece üç- beş yeni olgu görülüyor. Saylan ''Biz büyük bir aileyiz'' dediği hastalarının sadece tedavisiyle kalmadı. Onlar için -yeni yaşamları için-; projeler üretti, çocuklarının okumasına ön ayak oldu. Hastaları tedavi ettikten sonra da uzuvlarını yitiren, toplum tarafından bu yüzden dışlanan hastalarını yalnız bırakmadı. Onlara iş buldu ve hayata tutunmalarını sağladı. Lepralı hastaların dışlanmaması gerektiğini, katıldığı tüm etkinik ve programlarda yılmadan anlattı ve onlara manen de destek olmaya devam etti.

 Anadolu'yu gezerken karşılaştığı gerçeklere sırtını çevirmeyeceğini söyleyen Saylan, iki oğlunun yanı sıra binlerce çocuğun annesi olmayı tercih etti. 1989'da Çağdaş Yaşam Derneği''ni  (ÇYDD) kurdu. Yirmi yıl Kandilli Kız Lisesi Vakfı'nın başkanlığını yaptı. Öğretim Üyeleri Derneği'nin kurucusuydu. 2001-2007 yılları arasında YÖK üyeliği yaptı. Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu üyeliği ve İstanbul İl İnsan Hakları Kurulu üyeliklerinde bulundu. 2007'de Ankara Tandoğan ve İstanbul Çağlayan'daki Cumhuriyet mitinglerinin organizasyonunda önder rol aldı.

 51 tanesi uluslararası yabancı dergilerde yayımlanan, siyasi içerikli gazete makaleleri, Türkçe tıbbi dergilerde ve kongre kitaplarında yayımlanmış araştırma, derleme ve olgular bildirimleriyle toplam 401 yayını bulunan Saylan'ın; çocukluk yaşamını anlattığı ''At Kız'' ve ayrıca ''Deri ve Zührevi Hastalıklar El Kitabı'' adlı bir de eseri bulunmaktadır.

 Hayatının son onyedi yılında kanser hastası olan ve tedavi gören Saylan, 18 Mayıs 2009 tarihinde saat 04:45 sıralarında vefat etmiştir. Vefat ettiğinde gönüllü kuruluş olan ÇYDD'nin Genel Başkanlığı'nı, TÜRKÇAĞ ve Kankev Vakfı Başkanlığı ile Cüzzamla Savaş Derneği ve Vakfı Başakanlığı'nı sürdürmekteydi.

 Papatyaları ve gençleri çok seven; ''Tıp Doktoru, Öğretmen, Biliminsanı, Yazar, Vakıfist, Binlerce çocuğun Annesi'' Saylan 19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik Ve Spor Bayramı ve papatya mevsiminde, kardelenleri tarafından çok sevdiği papatyalarla uğurlandı ve 3 yıldır saygıyla anılmaya devam ediyor. Sayın Saylan, bu dünyayı biraz daha güzelleştirmenin verdiği iç huzurla hayata veda etti.

 O Türk kadının, yaşamındaki tüm zorluklara ve engellere rağmen; isterse neler başarabileceğinin kanıtıdır...

2 Mayıs 2012 Çarşamba

OPHELİA...

 Shakespeare'in ünlü eseri ''Hamlet'' oyunundaki iki kadın karakterden biri Ophelia. Danimarka prensi Hamlet'in sevgilisi rolündeki genç ve güzel Ophelia'nın sonu, bir nehirde boğulmasıyla gerçekleşir Shakespeare'in oyun metninde... Bu bir intihar mıydı, yoksa delirdiği söylenen Ophelia'nın elim bir kazaya mı kurban gittiği, hala tartışılır bir çok tiyatro oyununda...

 Ophelia karakteri yüzyıllardır erkek egemen sistemin nesneleştirdiği ve yok etmeye çalıştığı kadınlığı simgeliyor. Ophelia dünyanın her yerinde, kendi yaşamının aktörü olmayan, olamayan kadınların sözcülüğünü üstleniyor. Deliliğe, ölüme, intihara sürüklenen kadınlardan sadece biri Ophelia. Ağabeyinin ve babasının öğütlerini dinlemeye çalışan, onların oyunlarına alet olmaya zorlanan-kullanılan, Hamlet'e olan aşkının her an ve acımasızca sınandığı, sevgilisinin ''manastıra git!'' sözleriyle sarsılan, Hamlet'e yüz çevirip delirmesine neden olduğuna inandırılıp toplum tarafından suçlanan ve babasının ölümüyle deliren bir karakter...

  Onun intiharı aslında erkek egemen sistemi gözler önüne seren bir ölüm! Ophelia Hamlet'e gerçekten aşık mıydı peki? Ya da Hamlet Ophelia'yı sevdi mi gerçekten? Bence Ophelia aslında hiç bir zaman sahip olmadığı, olamadığı bir şeyi; onu, ondan istemeyen birine vermek istemekte ya da vermeye çalışmaktaydı sadece.. Aşk'tı bu! Toplumun tüm normlarının baskısı altında olması ve üstüne üstlük bir de kadın olması nedeniyle Shakespaer'in Hamlet'inin tek kurbanı Ophelia benim gözümde, suçlusu değil!

  Peki ya Hamlet?...  Ophelia'nın cenazesine tesadüfen tanık olur ve mezarı başında şunları söyler:

 ''Ophelia'yı seviyordum ben.
  Bin kardeşi bütün sevgilerini birleştirip gelseler,
  sevemezler onu benim sevdiğim kadar!''

 Bana göre bu aşk(!) Hamlet- Kral çatışmasında yer alan insanlar tarafından yaşanamamıştır, bu saatten sonra da Ophelia oyundaki tüm kült karakterleri geride bırakarak, bu çok tartışılan aşktan öte; ''nehirde ölü yatan kadın'' figürüyle, sahnesinin dışına taşmış ve bir metafor olmuştur.

 Oyunlarda, mitlerde, mitoslarda, masallarda, atasözlerinde, neden kadınlık uygarlık tarihinin içinden çıkılması en güç sorularından biri haline geliyor. Erkek egemen bir sistem içinde belki de kodlamaya direnen ve sürekli arıza veren bir olgu, erkek egemen iktidarın zafiyetine odaklanan bir hırs ya da belki de bir hınç alanı mıdır kadın? Libidinal bakış açısının vazgeçilmez objesi midir sadece yoksa? İhtirası tarif kabul etmeyen bir arzu nesnesi midir sadece? Nedir kadın?

  Jacques Lacan'ın ''KADIN YOKTUR'' önermesinin ifadesi tam olarak şudur: ''Kadın erkeğin septomundan başka bir şey değildir. Büyüleme gücü var olmayışının boşluğunu maskeler, dolayısıyla nihayet reddedildiğinde, bütün ontolojik tutarlılığı kaybolur.''  Evet an itibarıyla düşününce ve sistemdeki  ''kadın''ın yerine bakınca gerçekten doğru bir önerme... Eril düzenin tamamlanmış erkek imgesine karşın, tamamlanamamış kadın oluş; kadın nerde? Beylik ataerkil deyişlerde, mitlerde, en güçlü oyunlarda, mitoslarda, masallarda kadının yeri bellidir: kadın erkeğin günahıdır, suçluluk duygusudur, yoldan çıkarıcısı ve nihayet enkaz yaratanıdır.

 Yaratılış destanından itibaren Havva, Adem'i tamamlayan biri değil Lilith'in olması gereken modeli, Adem'in fazlasından oluşan bir defodur. Yaratılış destanı bir kenara, en açıklayıcı mitlerden biri ve son nokta budur bence; kadının erkeğin baş ağrısı olarak tanımlandığı; mitosun son noktası, Athena'nın doğumudur: Zeus'un başı ağrır ve bu dayanılmaz baş ağrısından  Athena doğar. Zeus'un başını yararak doğan Athena, başlangıçta evcil işlerini korumakla birlikte; bilgelik, sanat, zeka, aydınlık ve barışın tanrıçasıdır! Fakat giderek Savaş Tanrıçası'na dönüştürülmüştür!

 Dünyanın varoluşundan bu yana; tüm bu mitler, oyunlar, masallar ''gerçek kadının'' değil ideolojinin (ataerkil sistem) kurbanı olmuş kadınları anlatır... Libidibal bakış açısı kadını; cinsel farklılık yoluyla etkinlik ve edilgenlik gösteren, muhtaç, yölendirilmeye yatkın, aciz ve erilin egemenliğine ihtiyacı varmış konumunda sunulur. Ve toplum için özdeşleşmeler bu yönde yönlendirilir ve özdeşleşmeyi birebir; ideal ego şeklinde gösterilen erkek üzerinden kurar.

 Gerçektende, incelediğimde, konumu açısından gerek toplumunca, gerekse de mitlerin, oyunların anlatımı açısından kadına çeşitli kavramların ve kodların dayatıldığını görüyorum. Erkek egemen bakışın hakim oluşu kadının her alanda kısıtlanması, materyel bir olgu olarak görülmesi, obje olarak algılanması, suçlanması, kullanılması, cezalandırılması ve hatta intihara sürüklenmesi bunların hepsi kadının toplumdaki konumunu bize sunuyor... Ve sonuç olarak ''kadın Ophelia'' şairane bir anlatım içinde dahi, seyircinin önüne geçtiği andan itibaren, eril karakterin ve onunla özdeşleşen herkesin objesi haline geliyor, ki bu noktada kadın seyircinin varlığı tamamen YOK sayılmış oluyor...

 Fakat kadın VARdır! Tıpkı ölümüne rağmen tüm güzelliğiyle su üstünde yatan Ophelia gibi... Ve ben, Ophelia'nın, o nehrin üstünde yalnız olmadığını biliyorum.



30 Nisan 2012 Pazartesi

Karşılaştırma ve Analiz


 Bugün arabamdan inerken bir karıncaya basmak üzere olduğumu fark edip, hızla adımımı geri çektim.. Tabii dengem bozuldu ve yere düştüm... Gözlüğüm kırıldı, kekim de yere düştü.. Ve fakat yerde; üzerine basacağımı fark ettiğim anda bana dev gibi gözüken, o minik karıncayla göz göze geldim.. Evet resmen durmuş bana bakıyordu.. Bedenine göre oldukça büyük bir kafası vardı. Bir süre bakıştık, sonra hızla yönünü değiştirdi ve ilerlemeye başladı koca kafalı minik karınca... bende kalkıp peşinden gittim ve o muhteşem yuvayı bulup izlemeye koyuldum...

  Aslında bugün, başıma gelen bu durum nedeniyle, sanırım hayatımdaki en önemli karşılaştırmalardan birini yaptım... İnsanların dünyası ve karıncaların dünyası çok farklı!

 Muhteşem bir dünya karıncaların dünyası. İnsanların başaramadığı bir şeyi başarmışlar; egolarını yenerek önce kolonilerinin menfaatini ön planda tutup, gerektiğinde kendilerini kolonilerinin devamı için feda edebiliyorlar. Nasıl mı?...

 Yuvaya çok yakın olmayan bir mesafeye birazcık kek kırıntısı koydum... Kırıntıları ilk fark eden karınca hızla bana doğru yaklaşmaya başladı bile. Önce bir at gibi arka ayaklarının üzerinde şaha kalktı ve ön ayaklarını birbirine sürtmeye başladı. Sanırım benim duyamadığım belirli bi ses çıkarıyor ki diğer karıncalarda aniden hareketlendi ve antenleriyle tüm çevreyi radar gibi tarayarak hızla bu yöne akmaya başladılar. Herhalde sadece karıncaların duyduğu bir frekans bu... Evet çember daralıyor, birçok karınca kırıntıların yanındaki ilk karıncaya ulaştı bile. Derken ufak kek kırıntılarını daha ufak parçalara böldüler... Ve hep birlikte yuvalarına nakliye işlemi şimdi başladı!

 Bu çift yönlü trafik kısa sürede dahada yoğunlaştı. Kırıntılar ve yuva arasındaki kordon, çift şeritli bir yola döndü sanki... Onlara biraz daha kek kırıntısı döktüm, ama bu sefer bende onlara yardım etmek istedim ve daha minik kırıntılar verdim.. İşte şimdi az önceki trafik dev gibi ve sürekli devinen bir kordona döndü. Çok hızlı ve uyumlu çalışıyorlar şu an. Herhangi bir panik ya da kaos gözlemlemiyorum. Karıncalara hayranlığım giderek artıyor. Dakikalar içinde koskoca topkeki silip süpürdüler, şu an topkekim kış için onların yuvasında istiflendi bile...

 Kordon incelmeye başladı, bazı karıncalar çoktan yön değiştirdi... kimisi de ortalıkta hala kırıntı kaldı mı diye bikaç tur daha atıyor. Onlarda bi süre sonra başka kırıntı kalmadığını anlayınca, farklı yönlere dağıldılar. Hiçbir şekilde kıskançlık, hırs ya da birbirlerine kötü bir muamale gözlemlemedim bu iş bölümünde... ''Benim yüküm çok büyük, küçük olanı ben taşıycam!'' diye tartışanını gözlemlemedim. Hayranlık verici bir dayanışma içindeler. Bu yeni projelerinde aniden durup; ''Of bu kek kırıntısı çok büyük, biraz daha küçülteyim.'' deyip oturup yiyen ya da işi gücü bırakıp keyif çatan da yok. Birbirini öldüren karınca hiç görmedim. Hırsız karınca da yok!

 Bu asil canlılar nasıl kurmuşlar bu düzeni? Bu bi'kaç milimetrelik canlılar bizden daha mı akıllı yani? Daha gelişmiş bir medeniyet mi yoksa onların ki?Aklım bu sorulara cevap ararken, ambarlarını tıka basa doldurmak için verilen bu yoğun çaba ve hızlarını tekrar gözden geçiriyorum. Bu hızın ve telaşın sebebi sanırım kışın ağustos böceğiyle dalga geçmek için değil herhalde! Kendilerinden sonraki nesilleri düşünüyorlar elbette. Çok ileri görüşlü, saat gibi çalışan, ciddi, disiplinli bir kurum... bir devlet... yo yooo başlıbaşına bir imparatorluk onlar... Bu mikro canlıların, makro bir aklı ve koskoca bir imparatorluğu var bence.

 Garip ve muhteşem bir dünya karıncaların dünyası. Onların küçük dünyasına şu an büyük bir hayranlık duyuyorum. Çok büyük bir aile karınca ailesi, bizim gibi üç dört kişilik bir aile değiller. Milyonlarca karınca, farklı farklı koloniler halinde ve bir arada yaşıyor. Kendilerine ait bir kolonileri var yani her birinin. Koloniler; kraliçe karınca, erkek karıncalar, işçi ve asker karıncalardan oluşuyor. Herhangi bir karınca, bir diğer karıncanın kendi kolonisinden olup olmadığını ise; anteniyle diğer karıncanın bedenine dokunup, kokusundan kolaylıkla anlayabiliyor. Yani hiçbir karşıklık, anlaşmazlık, aksaklıkla karşılaşmadan; son derece düzenli, saygılı ve disiplinli bir yaşamları var bunca bireye rağmen.

 Bir belgeselde izlemiştim; Kötü yaratık insan, karınca yuvasını ateşe verdiğinde binlerce karınca alevlere doğru koşup larvalarını kurtarma çabasındayken, yüzlercesi yanarak ölmüştü. Birçoğu  gelecek nesli kurtarma çabasında hayatlarından oldular. Larvalarını kurtarmak için ölümü göze aldılar; çünkü o larvaları, tıpkı bir annenin çocuğuna gösterdiği ilgi ve özeni gösterdiği gibi, hatta çok daha fazlasını göstererek yetiştirmişlerdi. Bu muhteşem canlılar, ürettikleri ve dışarıdan taşıdıkları yiyecekleri insanların yaptığı gibi bencillikle çalıp çırpmadan, birbirlerine nasıl kazık atar, nasıl en büyük payı ben alırım diye düşünmeden eşitce paylaşıyorlar. Bu paylaşımı yaparken de, üretim yeteneği bulunmayan larvaların, bebeklerin ve kraliçenin beslenmesini ön planda tutarak tam hakça(!) bir paylaşım yapıyorlar. İnsanların yaptığı gibi, yönetimi elinde tutan ve daha güçlü olanların fırsatları değerlendirerek, daha çok pay alma gibi ilkel(!) bir düşünceleri yok... Bu nedenle kendi aralarında hırsızlık, gasp etme ve bireyleri öldürme gibi ahlak ve vicdan dışı olguları da gelişmemiş...

 Sosyal düzen kurmada ve bu düzen içerisinde eşit koşullarda bir hayat sürdürmede, milimetrik ölçülerde bedene sahip bu minik varlıklar, kocaman beyinlere ve bedenlere sahip insanlardan çok daha başarılılar. Biz kocaman beyinli insanların karıncalardan alacağı çok dersler var. Karıncaların hiç bizim gibi sorunları olduğunu sanmıyorum çünkü. Suç ve yaptırımı cezanın  ne olduğunu bilmiyorlar, karıncalar evrimleri ve bu akış içinde kendilerine düşen görevin bilincinde aklı başında canlılar çünkü...

 Bana üzerine basmak üzereyken dev gibi gözüken minik karınca, şimdi yine devleşti birden.. ama üzerine basarak onu öldürme korkumdan değil; bu kez, ona duyduğum saygıdan ötürü...

  ''Karınca kadar insan olabilmek!'' şu sıralar aklıma takılan bu...

14 Mart 2012 Çarşamba

İNCİ KÜPELİ KIZ...

 Resim sanatı öldü mü? Günümüzde resmin gömlek değiştirdiğini iddia edenler ile, resim sanatının sonu geldi diyenler çekişiyor... Resim sanatı büyük bir çöküşün içinde mi yoksa yeniden doğuşun mu bilemiyorum ama bence resim sanatı içinde sessizliği barındıran bir uğraş.

 Hep sessiz, sürekli sessiz. Öylece duruyor. Onun içindeki sesliliği biz yaratmak zorundayız. Armoniler, ritmler, zıtlıklar, benzerlikler... Ama bir gerçek var, o sonsuz sessiz. Yaşadığım bu çağın uyaranları o kadar yoğun ve etkili ki sanırım benim resim sanatıyla olan ilişkim gayet ajite. Ve bu nedenle resim sanatındaki sessizlik, ifade yolunda beni kesmiyor. Ben daha etkili, daha şaşalı ifadeler istiyorum belki de. Bu belki de panik-aktif, hızlı düşünen ve üreten biri olmamdan kaynaklanıyor. Bu yönümlede çağın bozukluklarına oldukça uyumluyum sanırım. Şimdi benim gibi bir kadının Johannes Vermeer üzerine yazması biraz traji-komik olur biliyorum ama değişmek istiyorum. Bu benim için belki bir başlangıç olacak. Vermeer kadar kendinle bu kadar mükemmel yalnız kalabilen, dingin bir sanatçının hali benim için çok imrendirici ve ciddi bir merak konusu. Bu nedenle Vermeer'in dünyasına girmeye ve kütüphanemdeki ''İnci Küpeli Kız'' romanını yazıya dökmeye kararlıyım.

 Vermeer'in aynı adlı tablosundan esinlenen ''İnci Küpeli Kız'' romanının yazarı Tracy Chevalier'den mi kaynaklanıyor; yoksa sadece tablodan mı  bilemem ama, duygusu bu kadar güçlü bir tablo daha görmedim sanırım. Dünyanın en sevilen portlerinden biri ve ''Hollanda'nın Mona Lisa'sı'' olarak tanımlanan, ressam Johannes Vermeer'in '' İnci Küpeli Kız'' adlı portresi, büyük bir gizem taşıyor.

 Portredeki model kimdi ve neden resmi yapıldı? Bize bakarken akından neler geçiyor? O muhteşem gözleri ve esrarlı gülümsemesi masum mu yoksa baştan çıkarıcı mı? Ve neden bir çift inci küpe takıyor? Tracy Chalevier'nin sanatsal bakış açısı ve duygusal uyanış üzerine kurduğu ışık dolu bu romanda, tarih ve kurgu kusursuz bir şekilde harmanlanmış. On altı yaşındaki Griet'in gözünden, 1660'lı yılların Hollanda'sı,Vermeer'in en ünlü portlerinden birine ilham veren genç kadının düşlerle dolu portresiyle, baş döndürücü bir şekilde canlanıyor. Roman, yalnızca usta bir ressamın yapıtına konu aldığı bir genç kızı düşsel bir şekilde canlandırmakla kalmıyor, sanatçının dolambaçlı hayatında da geziniyor.
 
 Ticaret çok gelişmiş olduğu için sınıf ayrımının soydan çok paraya dayandığı, dinin ve pirüten ahlakın kadınları pasifize ettiği 17. yy Hollanda'sında, bir genç kızın öyküsünü anlatıyor '' İnci Küpeli Kız''. Akıllı, yetenekli ve kişilikli bir kız Griet ama bu niteliklerini değerlendirebileceği bir alan yok. Sanatçı gözüne sahip ama Ataerkil toplumun sınırlarında hizmetçi olmaktan bir adım öteye geçemiyor. -O dönem kadınlar ya köle gibi çalışır ya da bir zenginin süs bebeği karısı olur- Sıra dışı güzelliğinin de etkisiyle Griet'teki cevheri fark eden, elbette bir sanatçı olacaktır.

 Bir seramik sanatçısı olan Griet'in babası bir kazada gözlerini kaybedince ailesi sıkıntıya düşen Griet, Vermeer'in evinde hizmetçi olarak çalışmaya başlar. Ve böylece resimlerin o sessiz ama büyülü dünyasına adım atmıştır. Kendisini atölyesine kapatarak resim yapan ve bir tek tabloyu aylar sonra bitirebilen Vermeer, bakmayı ve görmeyi bilen Griet'i yetiştirmeye başlar. Evli bir erkekle, bir hizmetçi arasında başlayan bu tehlikeli ilişki; hem evdeki, hem de Delft kentindeki dengeleri altüst etmek üzeredir. Birbirlerini gün geçtikçe daha iyi anlayan bu ikili, tutkularını resimle alevlendirdikten sonra; Vermeer karısı, Griet 'de genç sevgilisinin kollarında yatıştırır.

 Sonu insanı sürekli keşkelere sürükleyen bu roman büyüleyicidir. Tıpkı Vermeer'in tablosu gibi; zaman ve yer sınırlarını kesinlikle aşıyor. Chelavier'nin hassas dengeleri kurmada ve ayrıntıları vurgulamasında ki başarısı şapka çıkartılır düzeyde. Bu romanda her şey bir arada: 17. yy Hollanda'sı üzerine bir inceleme, belki de kadının o dönemdeki  içler acısı durumu, bireysel olarak; yetişkinliğe adım atan bir kadının öyküsü ve bir resime nasıl bakılacağını anlatan lirik bir deneme... Sanat tarihçilerinin yüzyıllardır kafasını kurcalayan bir gizeme, çekici bir çözüm!

 Kısacası bir sanat eserini yazıya dökmede  Chelavier'nin ne kadar iyi olduğunu söylemek, gerçekten sadece kabalık olur. Griet ile Vermeer'in ilişkisini, ressamın o muhteşem eserini yaratırken yaşadığı gizem ve lirizmi, bir yandan da döneme ait bilgileri öykünün içine incelikle yedirerek iki ana karakterin sahip olduğu sanatçı ruhun bugüne gelip geleceğe uzanacak kadar zaman ve uzam ötesi bir düzeyde bulunduğunu okura hissettirebilmek hayran olunacak bir başarı. '' Girl With A Pearl Earring'' - İnci Küpeli Kız -benim gözümde; Wong Kar Wai'nin ''İn The Mood For Love''da ki - Aşk Zamanı - soylu aşkı kadar güzel bir roman...

10 Mart 2012 Cumartesi

GODOT'YU BEKLERKEN...

 Gelmeyeceğini bildiğim halde Godot'yu bekledim... Bir ümit gelmesini diledim! Ama o gelmeyecek artık biliyorum... Bunun farkına vardığım an ise, sonu gelmeyecek bir sürgüne mahkum olduğumu anlıyorum...

 Hepimiz Godot'yu bekliyoruz. Godot bir sembol aslında, herşey olabilir; aşk, Tanrı, umut...

  ''En Attendat Godot'': Samuel Becektt'ın dehasını gözler önüne seren ve kalıplara sığmayan romanı ve tabii dünyaca ünlü tiyatro oyunu; bana göre absürd dramanın en iyi eseri, yazılmış en verimli kısır döngü... 

 Yasadığımız hayatın, çaresizce beklemekten ibaret olduğu gerçeğini yüzümüze çarpan bu oyunda, iki tuhaf karakter var; Estragon ve Vilademir... Estragon; sembolik olarak daha az farkındalığa sahip, daha az akıllı, daha rahat insanlara bir gönderme sanki. Vilademir ise; daha akıllı, daha bilinçli ama durumu ve eylemleri itibariyle Estragon'dan çok da farkı olamayan biri. Yani bulundukları durum itibariyla daha fazla farkındalık beş para etmiyor! Sonu olup olmadığı bilinmeyen, hiçbir yere götürmeyecek bir yolun kenarında; bir gün yaprakları dökülmüş, ertesi gün yemyeşil bir ağacın altında; yarı berduş, yarı palyaço bu iki karakter hiçbir zaman gelmeyecek olan Godot'yu beklerler. Fakat Godot gelmemekte ve bir haberci vasıtasıyla da her gün, bir gün sonra geleceğini söylemektedir. Tabii onlar bekleye dursun, görünüşe bakılırsa Godot'nun geleceği falan yoktur. Ama bu arada gelmeyeceğine dair bir işaret de yoktur. Estragon oldukça unutkan birisidir. Godot'yu beklediklerini ve fakat dün ne yaptığını dahi unutur. Bu nedenle dün de, ondan önceki gün de Godot'yu beklediklerini sürekli unutur. Ve her yeni gün o ağacın altından ayrılmak da ister, ama Vilademir'in uyarısıyla Godot'yu beklediğini tekrar hatırlayınca vazgeçer.

 Bu oyunda gözüme çarpan en önemli şey; gerçekten de bazen bi'şeyleri beklerken geçirdiğiniz zaman öyle uzun ve can sıkıcı olabiliyor ki, neyi beklediğinizi dahi unutursunuz. Ama beklersiniz, çünkü Godot'nun geleceğine inanmak istersiniz, daha da kötüsü inanacak başka şeyinizin olmayışıdır. Fakat oyunda anlatılmak istenen; insanoğlunun devamlı bekleyecek bi'şey bulması ve onu bekleyeyim derken hayatını dolu dolu yaşayamamasıdır. Beklemek insanın kendine yapacağı en büyük kötülüktür. Ve hayat o kadar müthiş bir hızda akıyor ki, aslında Godot'yu bekleyecek bir saniyemiz bile yok!

  Hayatın; sürekli yinelemeler, aynı yinelemeler, aynı gibi gözüken farklı yinelemeler, tamamen farklı yinelemeler, farkı gözden kaçsa da; küçük bir hatırlatma ile, ortaya yeni bir durum çıkmış gibi; fakat aslında, yine aynı yinelemelerden oluştuğunu anlatan Samuel Beccekt'in bu ironik oyunu, bana göre tüm zamanların en iyisi!

 Ve ben Godot'yu gizli saklı beklerken şunu yapıyorum artık; Kettile'a su koyuyorum, 2 dk. da kaynıyor ve kuşburnu çayım en sevdiğim fincanımın içinde demlenirken biraz daha bekliyorum, iyice demlensin diye. Hazır olduğuna karar verdiğim an, geçiyorum kütüphanemin karşısına ve oturup onları seyretmeye başlıyorum... Binlerce insan ve hayat var burada, her birinin sesini ayrı ayrı duyuyorum; ağlayanlar, gülenler, kahramanlar, sefiller... Kimin hayatına girsem ve o hayatlara istediğim şekli versem?...

 Çayımı sağ elimden sol elime alıyorum, sağ elim raflara uzandı bile. Bu arada evet şekersiz içiyorum! Siyasi kitapları teğet geçip, klasiklere doğru yol alıyorum. Oldukça uzun bir yoldayım. Az önce de bir delikanlıyla(?) çarpıştım, Nedim Gürsel'miş!  Ardından ''Budala'' çarptı elime; sevdim onu... Biraz sonra ise Amos Oz'a gözüm kaydı. Hemen ''Aşk ve Karanlık''ı okşadım; Ne çok seviyorum seni!... A evet çayım dökülüyordu tam da şu anda ki, Nietchzse'ye geldiğimi anladım. Kitaplarının çoğu ters ama, onlar hep beni buluyorlar. Şimdi de Grandet'ye dokundum ve iç geçirdim. Oblomov'a da gözüm kaydı ama üşendim onu sevmeye, boşver dedim. Sonra severim... İşte tam şu an Andrea Gide hakkında pek hoş olmayan şeyler düşündüm, ama kimseye söylemedim. Yine de ''Kalpazanlar''ı sevdim; onda babamın kokusu, babamın notları var çünkü... A evet burdasın Goriot Baba; insanlar eşyalar, giysiler ne kadar ince tasvir ediliyor burada. Okurken sürekli babamı düşündüren kitaptı. Yaptıkları ya da yapmadıkları farklıdır ama, babam kadar sevmiştim Goriot Baba'yı. Hatta bir de üstüne, babamı daha çok sevmiştim...

 Son olarak Samuel Beckett'ı hafifçe okşayıp, parmak uçlarımı geri çektim. Sonra kütüphanemin yanıbaşındaki çalışma masamın üzerinde duran notlara göz gezdirdim. Evet son okuduklarımın listesi ve yeni bir liste yapmak gerek. Sonra kalemi aldım ve hemen şunları yazdım; ''Yarın daha sıcak olmayacak... Ama ben sırf bu nedenle; elimde kibrit, yakacak odunum yokken büyük bir yangın çıkartmak üzereyim...'' Belki de...

 Belki de Godot, hepimizin içinde zaman zaman belirip yok olan ''çekip gitme'' isteğini bastıran bahanelerin toplamı! Zar zor ayağa kalkan ama, aslında kendi ayakları üzeride duramayan insanoğlunun, varoluşunun ve yok olacak olmasının acımasız gerçeğiyle yüzleşmesini önleyen bir subaptır. ''Godot'yu Beklerken'' absürd tiyatronun ilk örneği olması dışında, ciddi bir insanlık öyküsü bence... Bu oyunu izelrseniz, salondan ayrılırken hiç de mutlu olmayacaksınız. Gerçek ve yoğun bir söz-mimik bombardımanın ardından, oldukça hırpalanmış hissedecekisiniz. Ve aklınıza, benim aklıma gelenler gelecek belki de: ''Ben kimim?'' ve ''Nasıl yani?''...

26 Şubat 2012 Pazar

ALAÇATI... ''Dünyanın rüzgarla dans ettiği yer!''

Benim Cennetim... Ve rüzgar güllerinin ev sahibi; rüzgarın doğaya en anlam kattığı yer! Korunaklı dalgasız bir deniz, dibi kum! Rüzgar canlı ve  fakat daha fazlası var Alaçatı'da benim için... Hüzünlü bir şiir gibi; İnsanın içine işleyen, sarsan ve düşündüren epeyce. Buralarda doğup, başka topraklara gitmek zorunda kalanların ardında bıraktığı; bambaşka yerlerde doğup, buraya sürülenlerin yanında getirdiği o büyük hüzün! Her göç öyküsü hüzünlü değil mi? Hele de zorunluysa! Her göç içinde bir zorunluluğu barındırmıyor mu ki?

 Antik Çağda adı Agrilia olan Alaçatı, Batı Anadolu tarihinde ''İonia'' diye adlandırılan bölgenin, tam kuzeyinde yer alır. Heredot İonia hakkında şöyle yazmış; ''İonlar kentlerini bizim yeryüzünde bildiğimiz en güzel gökyüzü altında ve en güzel iklimde kurmuşlardır.'' Muhteşem 12 İonia (İyon) kentinden biri  Eriythrai -Kızıl Kent- (Eritre / Ildır) ve en güzel, en zarif beldesi Alaçatı... M.Ö. 6. ve 7. yüzyılda Alaçatı'nın ilk sahipleri İyonlardı. İyonlar gerçekten çok zevkli...
  

 Erken Osmanlı Tarihi'ne baktığımda ise Alaçatı'ya ''Yaya Müsellem Köyü'' adıyla rastlıyorum. Ve beldedeki halk ''Alacaat Aşireti''ne mensup... Ve adını da kendi halkından almış olan Alaçatı'nın tarihi, 1830 yılından öncesine çok az biliniyor.

 1850 yıllarında bölgenin bataklık olan güneyinde, sıtmanın yayılmasına neden olan sazlıkların kurutulması için, çevre adalardan Rum işçiler getiriliyor. Bu Rum işçiler, ellerindeki geniş ve verimli arazinin değerini bilmeyen Türkler'in topraklarını kullanmaya başlıyorlar. Bağcılık ve şarapçılık yapıyorlar. Kısaca yerli nüfus savaşta çarpışırken, Rum gençleri bağlarda, zeytinliklerde yardımcı olmaya başlıyor. Bölgeye alışan işçiler bir daha da geldikleri yoksul adalara dönmeyip, burada yaşamaya başlamış. Alaçatı Limanı'nda üzüm işleme ve şarap fabrikası kurulmuş. Bölge gelişmiş.


 19. yüzyıl sonunda artık ''Alacaat'' köyü ''Alaztata'' köyü adıyla ve - Rumlar Alaacat'ı, Alaztata yapmışlar- 14.000'ne ulaşan Rum nüfusuyla, önemli bir bağ ve şarap merkezi olarak anılmaya başlar... Osmanlı döneminde Alaçatı'da da, hemen hemen sadece Rumlar yaşamış. 1895 senesinde yapılan bir nüfus sayımına rastlıyorum araştırırken... 13 bin 845 kişiden sadece 132'si Müslüman. Kaynaklar Alaçatı'nın Rumlar'a ait olduğunu söylüyor. Şarapçılıkla geçinirmiş Alaçatı köylüleri. Bundan bir asır önce, burada üretilen şaraplar, ihraç edilirmiş... Dünyanın en iyilerinden biri olarak bilinirmiş. Alaçatı kiliselerinin duvarlarını üzüm salkımları süslermiş.... O zamanlar!

 Ancak 1912 Balkan Savaşı'yla Alaçatı'nın kaderi değişir. 1914 yılında Balkan Savaşı'ndan kaçan göçmenlerin gelişi bölgede yaşayan Rumlar'ın korkup, kaçarak; buradan Sakız Adası'na göçmelerine neden olur. 1925 mübadelesinde  -büyük ayrılık yılları...  dünyadaki ilk ve son kez yapılan, 2 milyon insanın; insanlık adına başına gelen en acı uygulama-  ise  Selanik, Kosova, Bosna, Kavala, İstanköy, Girit Göçmenleri Alaçatı'ya gelir. Ancak bağcılık ve tarımı bilmediklerinden, verimli bağlar bir süre sonra ne yazık ki bakımsızlıktan yok olur. Tıpkı Şirince köyü gibi... Fakat bu kez bağcılık adına tam tersi... Yine her iki taraf adına da en büyük acıların yaşandığı zamanlar...

 Alaçatı'nın en çok dikkat çeken, 1850 yılında Rumlar tarafından yapılmaya başlanan evleri... Evlerin büyük çoğunluğu Alaçatı'ya özgü taştan yapılmış olmaları. 2000'li yılların başında ise taş ev meraklıları akın etti Alaçatı'ya, bir çok aile şehrin karakterini oluşturan o eski evleri alıp, restore edip yerleşti. Bozulmadan korunmuş ve en genci en az 100 yaşında olan taş evler onarıldı...

 Bazı evlerde ise, kapı üstlerinde yapıldığı tarihi gösteren tarihleri görmek hala mümkün. Yaşanmışlıkların ve şahit olunan tarihin bir simgesi, belgesi gibi... Ara caddeler cıvıl cıvıl bir yaşamın belirtisi. Konuşan örgü ören, kendi halindeki hayatını, Ege'nin havasında sürdüren onlarca şehrin yerlisi, yaşlısı, cocuğu... Neredeyse her duvarda bir saksı ve yüzlerce güzellikten oluşan görsel şölen. İnce ruhların, zarafetin duvardaki ifedeleri; begonyalar, begonviller, sardunyalar, mimozalar... O kadar zarif ve bir o kadar sade...



 Alaçatı'da ilk dikkatimi çeken mimari doku. Kesinlikle değişmemiş ve değişmesine de izin verilmemiş. Eski kültürün ve taş mimarinin korunduğu bir yerleşim alanı ve sanki hala o eski canlı Rum köyü. Alaçatı taşı adı verilen, ponza taşı görünümlü kesme taşlardan yapılan evler, kışın sıcak yazında serin tutma özelliğine sahip. Yapı mimarisinde kullanılan taş, kalker yapılı olup filtre görevi yapıyor. Beldenin zemini de bu taşlarla kaplı.

 Büyük bir kısmı Rumlar'dan kalan eski Alaçatı evlerini restore edip, yerleşmek yeni bir yaşam tarzı olmuş. Sıvayla korunmaya çalışılan bu taş evler, açık renk kireç badana ile boyalı. Bunlar beyaz, oksit sarı tonlarında. Kapı ve pencere kenarları çivit mavi kullanılarak renklendirilmiş. Pembe, mavi kırmızı gibi renkler Alaçatı kültüründe yok.

 Arnavut kaldırımı taşı ile kaplı dar sokaklarını, iki ya da tek katlı cumbalı taş evler gölgeliyor. İşte bu muhteşem tarihi doku beldenin sahip olduğu en önemli ekonomik değer bence. Karabiber ağaçlarının ve begonvillerin boydan boya sıralandığı yeni sokaklara dizili bahçeli villar da günümüzde  göz dolduruyor. Şehrin merkezinde kurulan ve çevreden çok ziyaretçisi olan antika pazarı yerleşim merkezindeki caminin hemen avlusunda, çevrede tek olan ve Alaçatı'ya farklı bir özellik katan çok farklı bir alan. Caminin hemen yan tarafında bulunan pasajda mutlaka közde pişirilen sakızlı Türk kahvesini tadmalı ve yanında sakızlı kurabiye; bu lezzeti kaçırmamak gerekiyor. Çünkü bu sadece Alaçatı'ya ait bir lezzet. Yaşamın, gürültülü şehrin bütün kötü yönlerinden kaçıp, muhteşem damak zevklerini, görsel şölenleri izleyip, sörf yapıp sessizce dinlenebileceğiniz, kendinizle başbaşa kalabileceğiniz eski bir Rum köylerinden bir soluk Alaçatı. 


 En farklı yönü de; Alaçatı'da asla sabahlara kadar yüksek sesli müzik yayını yapamazsınız. Alaçatı'da plastik sandalye göremezsiniz, rengarenk şemsiyeler kullanamazsınız. Sokaklarda seyyar satış yapmaya çalışan, bağırıp çağırarak müşteri çekmek isteyen işletme sahipleri göremezsiniz. Caddelerde tezgahlar, tüten dumanlar, kıyafeti bozuk insanlar göremezsiniz. Hiç bir şekilde öngörülen mimari dışında bir yapı yapamazsınız, doğal hayatı bozacak, dejenere edecek bir oluşuma asla izin verilmiyor. Bu sayede Alaçatı, alışılmışın dışında bir konseptle, yıllardır eğlence adına yaşanan görsel ve işitsel kirliliğin dışında kalmayı başardı. Kolay kolay da değişmeyecek bu anlayışın, Türkiye'de bir çok turizm beldesine örnek olması gerekir diye düşünüyorum.


 Alaçatı restoranlarında, en az rüzgarı kadar meşhur ve efsanelere konu olmuş binbir çeşit Alaçatı otlarının yer aldığı zengin menülerinden, damak tadını unutamayacağınız yemekler yersiniz. Sade, özel ve enfes yemekler abartısız servisi, sunumu ve kalitesiyle hep orada. Ege'nin en nadide yemeklerinden, denizin en güzel balıklarına, Fransız mutfağından diğer farklı tüm mutfakalara kadar onlarca lezzete sahip...

 Alaçatı herşeyiyle şimdiden Avrupa standartlarının üzerinde; özellikle düşünüş ve yaşam kalitesi olarak! 

 Alaçatı Türkiye'nin en önemli, dünyanın ise ilk yedi sörf merkezinden biri. 1990'lı yılların başında ilk rüzgar sörfü tutkunları gelmeye başladı Alaçatı'ya. Rüzgarın karaya paralel esmesi, suyun derin olmaması, risk almadan sörf yapabilek için çok ideal. Bence Alaçatı dünya çapında en popüler sörf merkezi. Rüzgarla dans edip, 60-70 km hızla denizin üzerinde uçabilirsiniz. Bembeyaz kumsalları, sahip çıkılan mimari dokusu, içten gülümseyen ve modern insanı, çoğu aile işletmesi küçük otelleri, şık restoran, cafe, ve butikleriyle bir cennet Alaçatı.


 Taş konakların ve pansiyonların, eski değirmenlerin restore edilip yeni sunumlarıyla Alaçatı'yı yaşamak, yeni dünyanın hızlı yaşamında sadelik adına inanılmaz bir soluk... Ara sokaklarında, ana caddede, yazın en kalabalık anlarda, dünyanın her yerinden gelen insanların oluşturduğu kalabalık ötesinde çok daha sade. Yaşamın sevecenliği, tebessümü her an var. Binlerce hikayeye konu olan yeldeğirmenlerinin tam karşısındaki rüzgar gülleri eski ve yeninin tanıkları gibi. Ve en büyük şansı Alaçatı'nın, yıllarca keşfedilememesi oldu. 1970'lerde başlayan yazlık site furyasından, otel inşaatlarından kurtuldu. Böylece köy karakterini koruyabildi. Sanırım dünyanın en modern köyü şu anda! Diğer, neredeyse yağmalanan köy ve kasabalarımız gibi birbirinin aynına benzeyen amorf yerlerden olmadı. Alaçatı nadide bu nedenle... Fotoğraflarına bakınca insanın yüreği titremiyor mu?



Zarafetin, sadeliğin en güzel örneklerinden Alaçatı; tarihin kaybolmayan mirası, yeni dünyanın yaşama vuran hiçbir aykırı ve istenmeyen olumsuzluklarının olmadığı özel bir dünya, farklı bir soluk ve hala gerçek bir zarafet...

21 Şubat 2012 Salı

KELİMELERLE GRİ BİR RESİM ÇİZDİM!

 Hayatımda aşk gerçekten hiç PH derecesi 7'de kalamayan bir sıvıya benziyor... Her şeyde olduğu gibi o da uçlarda geziyor ve sadece derin bir acı ya da derin bir mutluluk veriyor. Tanrım! Benim hayatım neden diğerlerininkine her zaman ters?

 Yine tanıdık bir dönem...Yine uzun bir gece başlıyor. Yine bu gece hani o hiç bir şeyin avutamadığı durumlardan biri! Hani o yeni aşkı(!) arama çalışmalarının fiyakalı bir fiyaskoyla sonlandığı gecelerden. Saatler, günler, haftalar ve durum iyice kötüyse aylar boyunca aslında kimsenin bize benzemediğinin/benzemeyeceğinin kavrandığı ve son kararın verildiği, kös kös çalışma masasının üzerinde bekleyen işlere dönerek; hayattan hiç bir zevk alınmadığının farkına varıldığı bir gece!

 Hayatta hayatın kendisi de dahil olmak üzere her şeyi hafife alan ben, tüm bu düşünceler içinde masamın başına otururken; kafamın içinde numune kalan bir kaç gram beyinden de olacaktım.Yine aklıma sen, ben ve biz takıldı...

 Sen: ''Uçurumları sevenlerin kanatları olmalı. Fakat sadece kanat yetmez; cesur olmak gerek, tabii bir de kalp lazım. Kalp ve kanat kusursuzsa, o zaman bir anlamı olur cesaretin de ve kalbin gerçekliğinin de. Çünkü cesaret ve kalp iç içedir ve bir kader eder. Bize karşı koymak cesaret değil, bizi kabullenmektir cesaret! Buna cesaret edebilir misin?''  

 Ben: ''Sevmeyi, güvenmeyi, inanmayı resme geçirebilir misin ya da bunlardan seramik bir tablo yapabilir misin benim için? Ve sorunun bendeki cevabı; korkuların altında yarını ve anıların altında dünü düşünmeden, tüm uyumsuzluklara rağmen bugünü yaşamak; ipleri bile bile senin eline vererek, şöyle karşıya geçip nasıl tutkunla yandığımı setretmek istiyorum!''

  Evet birbirlerini sadece sevmek için kullanan bizim hikayemiz böyle başladı.... 

  Fakat beni, benimle dahi paylaşamayacak kadar çok seven sen; artık çabalama sakın beni anlamak için... Benim derdim bendeki benleri, sendeki benleri, bendeki senleri, sendeki senleri paylaşmak değil artık...

 Seninle anlam kazanmamıştı ki sahip olduklarım. Ayın kızıydım ben senden önce de. Vakti gelince gözyaşlarımla renklendirirdim tek başıma dolunayı. Med cezirlerimizi de ben başlatırdım hep ki dolunay mehtapla buluşup denizim dediğin beni öpebilsin... Ve öpüşlerimi de hiç saklamadım dudaklarından. İçimi kıpır kıpır yapan ilk cemreyle; sarı göbekli papatyalar gibi dolaştı dudakların dudaklarımda, özlemimi de tattırdım sana ama bu acını inci tanelerine dönüştürüp yanaklarına bir kolye gibi düzen de bendim.

 Ben istediğim için vardın hayatımda; sana uyanan sabahlar katmak istediğim için hayatıma. Gülüşünün hazzını, gözyaşlarının tuzlu tadını tatmak için aşk koydum senin adını! Sokaklarda yürüyen milyarlarca insandan biriydin; düşünsene olasılıkların sonsuzluğunu! Rastlantıysa çarpışmamız, ben kattım adımlarımızı birbirine ve o cemrede aynı geleceğe adım atmamıza ben izin verdim... Bedenimin içinde yüzlerce peri; büyülü binlerce sihirle, senin ihtirasını besledim. İlk dokunduğunda delice istediğin kadını, yüzlerce gece yuvarlandığınız zevk dehlizlerini hatırla. İç içeydik, bütündük, tektik, bizdik... Ama ben istediğim, izin verdiğim için karışmıştık birbirimize.

 Ve ben sadece içimdeki bencil kadını besledim varlığınla. Seni tüm bencilliğimle sevdim! Evet sevilme ihtiyacımın cevabı oldun sen. Beni sana çeken de hissettiğin aşkın yüzüme yansıması değil miydi? Adaklar adamadın mı benden önce bunu görmek için ve fakat ben senden sonra, tıpkı senin gibi, adaklar adamadım kavuşmamız için. Bir çok kırmızı kadehte boğuldum yalnızlığımla. Ama tek başıma. Sen kadar sensizliği de o kadar çok istedim ki çünkü ben. Aşkın tadına doyasıya varabilmek için!

 Fakat özlemek istedim ilk günlerde seni... Uykuya hasret, bitmek bilmeyen uzun gecelerde; gözünü kapatır kapatmaz hızla rüyalara teslim olmak ister gibi. Ama vazgeçtim. Fırtınayla birlikte yağan şu yağmurda, elin elimde ısınmak istemedim yatağımda. Yokluğunda hiç senin varlığını istemedim. Zor olanı istedim ben! Kolaydı ısınmak sırılsıklam olsak da yatağımda ama sırılsıklam ve soğuk pencerenin altındaki yatağımda zor olanı istedim ben! Varlığının kattığı yoklukla üşümeyi!

 Başardım sevgilim! Az önce fırtınanın sesini duymaz oldum ve varlığının kattığı yoklukla ısındım aniden. Pencereye çarpan yağmurun sesiydi sesin artık. Senin denizin, artık okyanusun dibindeki büyüleyici evreninden çıktı ama vurgun yiyen yanım sen oldun. Öfkeli doğanın içine kattığım bu fırtınayı sevdim şimdi sen yerine. Belki bizken de, seni değil, seni sevmeyi; belki de seni sevmeyi değil, senin beni sevmeni sevdim... Belki de sımsıkı sarılan, dokunmalarına doyulmayan sen yetemedin bana. İşte tam da bu yüzden ben seni hiç özlemedim.

 Belki de yokluğunda, çok sevdiğim uçurumların muhteşem yüksekliğinden uzanıp, beni sımsıkı kavrayacak bir el istemedim. Kanatlarım vardı ama zirvelerden diplere vurmanın tanımsızlığını yaşamak istedim. Poseidon'un koruduğu sakin limanlara, dingin denizlere demir atmak istemedim. Alabora olmak; belki de denizim dediğin su damlacığı ben, denize karışmak istedim...

  Evet yine tıpkı yaşadığımız gibi devam ediyorum belki de hayatıma sensiz. Monoton bir huzurla değil, tutkulu bir kaosla yaşıyorum. Bilirsin düz çizgiler bana göre değil, sivri uçlu uçurumları severim ben... Seninle daha da güçlenen kanatlarım var ama onları hiç açmadım...  hep aşkı aradım ve ayrılık; tıpkı bir uçurumun sivri uçlu kayalarına çarparak dibi boylamamız gibi ve ben sadece; biz, gri bir aşk olalım istedim!

 Ve giderken öyle bir şey koydum ki sol yanına, gizli gizli dolaşıyor bedenim her yanında. Buydu istediğim; sen bensiz, ben sensiz hep eksik kalalım...

12 Ocak 2012 Perşembe

KADIN NEDEN ALDATIR?

 Biyolojik olarak baktığımızda aldatan kadın ve erkek arasında; dürtüleri, arzuları arasında bir fark yok. Bunlar dışında iki cins arasında Himalaya'nın karlı tepeleri ile Pasifik Okyanusundaki derin çukur kadar farklar bulunur!

 Aldatmak sadece insana mahsustur ve bu durumu kadına indirgemeden ve içine duyguları katmadan önce bazı gerçeklere bakmak gerekir... Kadın da erkek de doğanın insan için öngördüğü ilk yapı itibarıyla Poligam'dır. Yani her iki cins de, çok eşli olabilirlik potansiyeline sahiptir ve insan tek eşlilik ile yakından ya da uzaktan - ilkel zamanlarda-  ilişkili değildir! Ve hatta bu tespitim nedeniyle beni bu ana kadar okuduklarıyla topa tutanlar olabilir ama, ilkel(!) atalarımız tek eşli olsaydı; insan nesli şu an tükenme noktasında olabilirdi! Ve insanlar tek eşli canlılar olmadığı halde, sadakat kavramı nasıl ortaya çıkmıştır şimdi ona bakmak gerekir.

  İnsan doğası gereği tek eşli yaşayan bir canlı değildi, ancak; çevresel faktörlerin etkisi ve içerisinde bulunduğu duygular ve medeniyet insanı Monogami'ye doğru yönlendirmiştir. Bu durum insanın yerleşik hayata geçmesiyle beraber ortaya çıkmıştır. Hayatı boyunca sahip olduğu toprağı korumaya uğraşan erkek, varlığını kendi neslinden emin olduğu, kendi dölü olan birisine/birilerine bırakma güdüsünden dolayı birlikte olduğu kadını Monogami'ye itmiştir. Kısaca aile kavramı Monogami'yi doğurmuştur. Monogami'de sadakat kavramını! Yani sadakat insan doğasında yoktur, sistem tarafından sonradan oluşturulmuştur. Fakat erkek tarafından yine boyut değiştirmiş, sadece kadın için geçerliymiş gibi algılatılmaya çalışılmıştır. Ayrıca erkeğin kadını tarihin çok eski dönemlerinden itibaren baskı atına alışı; - Bknz: Bekaret kemerleri -  kadının cinselliğe yatkınlığından kaynaklanır. Kadın aslında aldatmaya daha yatkındır, çünkü erkek cinsel ilişkiye girdiği zaman bir sonrakinde bir süre beklemek zorundadır. Ama kadın istediği zaman defalarca ilişkiye girebilir, bu fiziksel bir gerçektir. Bu bakımdan kadın - cinsel olarak özellikle - aldatmaya daha yatkındır. Erkek de bunu bildiği için kadını çok eski dönemlerden bu yana baskı altına almıştır. Sosyal olarak hadım etmiştir.

 Şimdi tüm bunların ışığında duruma bakalım.... Özel(!) tür aldatınca derhal; doğalarının tek eşliliğe uygun olmadığını, yaratılışının gereğini yaptığını söylüyor. Fakat ben diyorum ki, tek eşlilik sayesinde düzgün bir üreme garanti altına alınıyor. İki oldukça kuvvetli cinsellik güdüsü kontrol altına alınıyor ve toplum kaostan korunuyor. Bu, ''Elimde değil, doğamda çok eşlilik var!'' diyen erkeğin - ama sadece erkeğin - aldatmasına bir kılıf olarak uydurulmuş yıllardır süregelen bir safsata! Ve ben buna hadi oradan diyorum! Neden mi? Tek eşlilik cinsellik güdüsüyle kontrollü üreme için. Yoksa senin başka başka kadınlardan haz alman doğanda olan çok eşliliğin, kadını hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Türün özel üyesi erkek için bu lafım. Cinsellik güdü lakin; sadakat ve haz arasındaki ilişki özeldir. Eşler birbirinin huyunu suyunu anladıkça cinsellik üremeden, boşalmadan öte haz ilişkisine dönüyor. Bu insana ait duygusal(!) edim pratikle parlıyor. İşleyen demir ışıldıyor. Her gün yapabilenle, punduna getirip yapan veya bunun dantelli, jartiyerli hayali kuran arasında ciddi haz farkı oluyor. Yani tek eşlilik, cinsellik eylemini bence ciddi olarak destekliyor.

 Bunlar olası, kaba temel bilinenler; evrimsel antropolojik açıdan. Sonra insan türünün içinden baya zayıf bir özel tür çıkıyor, koskoca türün üreme politikasını çevresinde özgürce dolaşan cıvıl cıvıl kadınları izledikten sonra; hafif kabaran erkekliğinin keyfine göre yorumluyor. Kendisi için özel, farklı belki de aykırı bir gece hayali kurarken ve eşi ya da sevgilisi varken aniden diğer kadına mesaj atmasının gerekçesi olarak, tek eşli olmamasını veriyor, doğasını referans gösteriyor. Tek eşlilik asıl senin tek kurtarıcın; hem sağlıklı seks yapmak hem de evlatlarını sağlıklı büyütebilmek için, ama her zaman ki gibi en fazla senin sesin çıkıyor.

 Ve fakat bir şey anlatacağım!...

 Günümüzde yapılan ciddi ve bilimsel araştırmalar neredeyse erkek ve kadının hemen hemen aynı oranda aldattığını gösteriyor. Araştırmalar kadınların % 51'inin eşini/sevgilisini aldattığını söylüyor ve fakat erkeklerden bir farkla; bunların sadece % 24'ü fiziksel olarak, % 27'si zihinsel olarak aldatıyor. Mutsuz kadın artık aldatıyor ve erkeklere oranla, aldattığını gizleme konusunda çok başarılı. Toplum baskısının az olduğu kültürlerde sayıları, aldatan erkek sayısından daha fazladır. Fakat Türkiye gibi nispeten baskının fazla olduğu kültürlerde, sayıları sanıldığı kadar da az değildir.

  Kadın aldatmasının en büyük farkı; kadının aldatma sebebinin erkeğinki kadar sığ olmaması; çoğunlukla daha derinlerde yatan ve kesinlikle eşi/sevgilisiyle alakalı olması. Üzerinde daha fazla düşünülür, daha köklü ve hüzünlüdür... En önemi diğer bir fark da; kadın sevilmediği an aldatma fikrini edinebilir, erkekse sevilirken dahi aldatabilir... Kadın, düşüncelerine başka biri girdiği anda, artık kendisini; eşini ya da sevgilisini aldatıyor olarak düşünür. Kadının aldatma sebebi tamamen erkektir!  Bir kadın eşinden veya sevgilisinden ilgi görüyorsa, sevgi ve şevkat görüyorsa ve aşkı hissediyorsa asla aldatmaz... Amiyane tabirle; kesseniz aldatmaz! Peki ne zaman bir kadın aldatmayı göze alır?...

 İlgi azalırsa, sevgi ve şevkat azalırsa, cinsel olarak tatmin olmazsa, erkeğinin kendisi ve gelecekte doğacak çocuğunun ihtiyaçlarını karşılayamayacağını düşünmeye başlarsa, aşk biterse, yeniden beğenilmek arzusu duymaya başlarsa ve özellikle günümüzde sahip olunan eş ya da sevgiliden daha üstün birisinin ilgisiyle karşılaşırsa, kadın potansiyel aldatma içine girer. Burada en önemlisi ilgisizliktir. Çünkü kadın ilgi delisidir. Ve bu nedenle kadından sakınılan ilgi, aldatmayı tetikleyen en önemli neden bence. Yoksa Anna Karenina neden aldatmaya gerek duysaydı ki?

 Demem şu ki aldatan kadının yıkıcılığı aldatan erkeğe göre katbekat fazladır. Ardında bir enkaz bırakır. Burada amacım farkı aktarabilmek. Çünkü kadın sırf seks için aldatmaz; derine inmeden yapamaz, beğenilmek, arzulanmak, hatta sevilmek için aldatır. Erkek başka bir kadınla hiçbir şey hissetmeden birlikte olabilir, sadece fiziksel bir görünüm ya da bazen buna bile gerek görmeksizin sırf seks için birlikte olabilir. Duygu yok, hoşlanmak yok, sadece seks var. Aynı şeyi bir kadın yapamaz. Yaparım diyen kadının psikolojik ya da fiziksel bir rahatsızlığı vardır. Ama bir erkek bunu yapabiliyor.

  Asıl ürkütücü ve acıtan yönü de bu işte! Kadın sadece seks için aldatmıyor, işin içinde duygularda var... Kendi duyguları için bunu yapıyor! ''Bir gecelikti'' demez kadın aldattıktan sonra, çünkü bir geceyle kalmaz, kendini bu durumda görmek istemez ve bunu tekrarlayarak illa ki duygusal bir bahane katmak ister yaptığı hataya... Aldatan kadın varolan ilişkisinden kesinlikle farkında olarak vazgeçen kadındır ayrıca. Ve bir erkek gibi aldatmanın psikolojik çöküntüsünü yaşamaz. Çünkü buna karar verdiği zaman, eşini ya da sevgilisini çoktan kalbinden çıkarmıştır. Sadece zaman zaman ona acır. Sözle bitirmeyişinin nedeni; belki birtakım imkanlardan/kolaylıklardan, belki adamın ona daha verecek olduklarındandır sadece.

 Ve aldatan kadın günümüzde ciddi olarak tartışılmaya başlandı ve bu konu özel türü korkutmaya başladı. Uzun yıllardır ''Aldatmak erkeğin doğasında var!'' safsatası okunurken, aslında hedef şaşırtıldı. Meydanı boş bulan ve hiç şüphelenilmeyen kadın, çatır çatır aldatıyor.

 Durum böyleyken, kadında bir türlü algılanamayan duygusal ihtiyaçlarının karşılanması yönündeki ütopik isteklerini tatmin edemediği sürece - ki sistem bu isteklerin tatmin olmaması yönünde ilerliyor - aldatmaya devam edecek. Zaten kadının doyuma ulaştığı noktada, insan türünün üremesi durabilir ve türümüzün sonu gelebilir. Mesele kadının taleplerini en çok karşılayan erkeğin varolduğu, değişen dünya şartlarına sürekli kendini sağlıklı bir şekilde güncelleyebilen insan türünü sürdürebilir kılmak... İnsan türü kendisine rağmen sağlıklı nesiller üretmeye - diğer başarılı canlılar gibi -  aklı başında insanların yönlendirmesiyle devam edecektir.

 Yazının özel türe ithaf edilen bölümünü; kendini, erkeği referans alarak konumlandıran ve şekillendiren kadınlar da üstüne alınabilir. Her iki cinste aldatılmak kadar ''hafif'' bir olayı haketmiyor  bence...

3 Ocak 2012 Salı

VE TANRI LİLİTH'İ YARATTI!

Ve başlangıçta Havva'dan önce Lilith vardı! Adem'in ilk eşi. Kızıl saçlı, beyaz tenli, büyüleyici bir güzelliğe sahip; gizemli, tahrik edici ve baştan çıkarıcı Lilith... Bir tanrıça mı? Bir şeytan mı? Yoksa onu takip edemeyen kaba toprak parçası Adem'in, kendisine müdahale etmesinden hoşlanmayan bir kadın mı sadece?

 Ülkemizde çok tanınmayan Lilith, Batı'da fırtınalar koparacak kadar popüler. Kimliği ve ''ne''liği hakkında net bir karara kimse varamasa da, çoğunluk onu Yahudi mit'inden tanıyor. Ve Tanrı'ya başkaldırmış ilk dişi olduğu konusunda herkes hemfikir. Yine de onun hakkında yazılmış yüzlerce kitabın çoğu şöyle başlıyor; ''Lilith, kaynağı çok karışık ve çok eskilere giden; içinden çıkılması güç bir konudur.''... Doğrusu ben de üç yıldır işin içinden tam çıkamadım ve aynı fikirdeyim. Bu nedenle baştan uyarayım: Konu karışık ve Lilith'den kısaca bahsetmek hiç mümkün olamamıştır!

 Bilinen en eski Lilith efsanesi Ben Sira Alfabesi'yle yazılmıştır ve Adem'in ilk eşinin hikayesine ben burada rastladım. Bu el yazması metnin ana kahramanı Ben Sira ama yazarının kim olduğu bilinmiyor. Metinden ilgili bölüm: Tanrı topraktan Adem ve Lilith'i yaratır. Ve fakat kısa bir süre sonra tartışmalar başlar. Lilith bir gece Adem'e şöyle der: ''Ben altta yatmak istemiyorum!'' Ama Adem: ''Ben altta değil, üstte yatmak istiyorum, çünkü sen altta yatacak kişi olarak belirlendin.''...  Lilith bunu çok aşağılayıcı bulur ve ona: ''İkimiz de aynı haklara sahibiz, çünkü ikimizde topraktan yaratıldık.'' der.  Ve her ikisi de artık birbirlerini anlamayı reddeder... Lilith bunu anladığında Tanrı'nın o özel ismini telaffuz eder ve göğe yükselir... Adem Tanrı'ya seslenerek; ''Dünya'nın Tanrısı, bana verdiğin kadın beni terk etti.'' der. Bunun üzerine herşeye kadir olan Tanrı, Lilith'in peşinden üç melek gönderir ve geri gelmesini buyurur. Ve Adem'e; ''Geri dönmek istediği taktirde tamam; ama şayet istemezse, her gün yüz oğlunun ölümüne şahit olacak.'' - Burada Tanrı'nın Adem'i desteklediğini anlıyoruz -  Melekler Lilith'i takip eder ve Kızıldeniz'de onu yakalarlar. Ve Tanrı'nın sözlerini iletirler. Ama o tüm tehditlere rağmen Adem'e geri dönmek istemez...

 Kaynaklara bakıldığında 8./10. yy arasında Lilith ile ilgili bir çok esere rastalansa da, asıl hikayenin ne zamandan beri anlatıla geldiğini anlamak mümkün olamıyor. Fakat bu efsaneyle ilgili yeterince araştırma yapılmadığıda çok açık. Ve hatta kasten yapılmadığı aşikar. Peki neden dersiniz? Kadının yaratılışı ile ilgili mit'lerde, Havva'nın ilk kadın olarak kabul edilmesi, acaba doğurganlığı olmayan erkeğin, kendisine tanrısal bir güç edinme arzusundan mı kaynaklanıyor? Yüzlerce yıldır bilinen mit'lere karşı, Lilith neden araştırılmıyor?

 İlk kadın Lilith'i; ataerkil olan ve kollektif alt şuurlarında saklayan topluma tanıtmak isterim: Lilith; hakkını aramak, isyan edebilmek, gerektiğinde terk etmek, kendin ezdirmemek demektir. Artık insanlığın öyküsü Adem ile Havva'dan başlamıyor; Adem ile Lilith'den başlıyor. Aslına bakılırsa bu efsane anaerlik dönem ile ataerkil dönem arasındaki geçişi de bir bakıma anlamamızı sağlayabilir. Genel görünüş, kadın toplumdaki etkisini kaybettikçe ve kötülendikçe, daha bir alt varlık olarak görülüyor - ki burada da efsaneye Havva'nın Adem'in kaburgasından yaratılması olarak geçiyor- ve bu tartışmanın efsaneye yansımasıdır. İslamiyet'te ve diğer tektanrılı dinlerde ilk kadının Adem'in kaburgasından yaratılan Havva olduğuna çoğunluk inanıyor. Batı uygarlığının en temel efsanelerinden biri olan  Adem ile Havva'yı herkes biliyor. Çağlar boyu Batı ve Yakındoğu kültürlerindeki kadın erkek rollerinin belirlenmesinde bu kadar etkili başka bir efsane daha yoktur.

 Hepimizin tek tanrılı dinlere uyarlanmış biçimiyle bildiği bu hikaye, aslında çok daha eski zamanlara dayanır ve daha da öncesi vardır. Tarihle mitolojinin karıştığı çağlara dayanan bütün öyküler gibi, bununda birçok değişik ve sayısız yorumu anlatılagelmiş. Tarih araştırmacılarının arkeolojik bulgular ışığında mutabık kaldığı en eski sürümlerinde, olaylar hepimizin bildiği şekliyle gerçekleşmiyor oysa...

 Bazı Hristiyanlık ve Musevilik inanışlarında bu böyle değildir mesela. Tevrat'ın ilk bölümü olan Yaradılış bölümünün Birinci Bab'ında, Adem ile beraber bir dişi yaratıldığı; İkinci Bab'da ise, Adem'in kaburga kemiğinden bir dişi yaratıldığı yazılıdır. Ancak burada bir tutarsızlık göze çarpıyor.

 Kutsal kitabın Birinci Bab'ında  ''Ve Tanrı insanı kendi suretinde yarattı ve onları erkek ve dişi olarak yarattı.'' deniyor. Ancak İkinci Bab'da yaratma daha farklı anlatılıyor: Tanrı doğuda bir bahçe yapıyor ve Adem'i bu bahçeye koyuyor. Orada yalnız kalmasın diye de kaburgasından kadını yaratıyor. Talmud'a göre Adem ile aynı anda yaratılan ilk kadın Lilith, ikinci kadın Havva'dır. Çünkü başka türlü kutsal kitaptaki bu tutarsızlığı açıklamak mümkün değildir.
 
 Kısaca, birçok Musevi dini kaynağı; ikinci bölümde sözü geçen dişinin Adem'in ikinci eşi olduğu, birinci bölümdekinin ise ilk eşi olan Lilith olduğuna inanırlar.

 Bu inanışa göre Adem ve Lilith aynı zamanda ve eşit şartlarda yaratılmışlardır.- Hikayeye dönecek olursak- Ancak Adem’in bunun böyle olmadığını, kendisinin erkek olarak üstün olduğunu; Lilith’e sürekli olarak hissettirmesi üzerine, Lilith isyan ediyor. Kimi inanışlara göre Lilith’in cennetten kaçtığı, kimilerine göre de cennetten kovulduğu rivayet edilir. Yine kimi inanışlara göre Adem’in yalnızlık acısı çekmesi ve Tanrı’ya yalvarması sonucu, Tanrı eşit şartları gözetmeksizin Adem’in kaburga kemiğinden Havva’yı yaratır. Böylece Adem’in bir erkek olarak üstünlüğü sağlanır. Bu yeni kadın Adem'den bir parça olduğu için ona karşı çıkamayacaktır ve bu durumdan dolayı erkeğe boyun eğmek durumundadır.

 Lilith yasak meyveyi yiyen Adem ve Havva’nın dünyaya bir çocuk getirmeleri üzerine, bundan sonra doğacak her çocuğu öldürmeye yemin eder. Lilith, böylece muazzam bir ifrite dönüşür. Kadının şeytan olduğuna dair ilk fikirler Lilith’le tohumlanır. Birçok sanat eserinde ve dini kitapta kızıl saçlı ve harikulade bir güzellikte olduğu tasvir edilen Lilith, orta çağda kızıl saçlı kadınların yakılmasına sebep olacak hikayenin de başkahramanıdır. Ünlü Fransız sembolist şair Charles Baudelarie’in de şeytan kadın tasvirlerinin sebebinin, yine Lilith efsanesi olduğu iddia edilebilir.

 Lilith bundan sonra, hatta günümüze kadar çocuk ölümleri ve loğusa hastalıklarına sebep olmasıyla ün salar. Günümüzde, biz de dahil olmak üzere bir çok toplumda halk arasında batıl bir inanç olarak, lohusa kadın evde yalnız bırakılmaz, çocuk bezi akşamları evin dışına atılamaz ve akşamları çamaşır ipinde çocuk bezi bırakılmaz, çünkü bunları gören Lilith'in o evde çocuk olduğunu anlamasından endişe edilir.Varsayımlar ilginç! Lilith'in ilk kadın olduğu, eşitlik istediği ama özellikle çocuk öldürdüğü inancı hakim. Kesin olan tek şey, hem Batı'da hem Doğu kültüründeki -batıl inançlar-sağlıklı bebeklerin, - tıbben açıklanamayan ve halk arasında ''beşik ölümü'' denen - ortada hiç bir neden yokken ve özellikle geceleri ölmeleri. Suçlu bulunamıyor, Batı ve Doğu toplumu suçlunun Lilith olduğuna inanıyor.

 Yahudi mistisizmine dönecek olursak, Talmud'da Lilith'in ''baştançıkarıcı'' olduğu açıkca belirtilmiştir. Hatta gece yalnız yatan erkekleri baştan çıkarır ve spermlerini çalar. Geceleri boşalma da Lilith'e bağlanıyor kısaca. Zohar'da da Lilith'in erkekleri baştan çıkardığı vurgulanıyor. Erkekleri baştan çıkaran kadınların içlerinde de Lilith’in ruhunu taşıdıklarına inanılıyor. Lilith geceleri erkeklerin rüyalarına girer, erkek düşmanı kadınların akıllarını çeler...

 Bunlar Lilith hakkında bildiğim genel rivayetler.

 Buraya kadar anlatılanlar hikayenin Gılgamış Destanı, Kabala, Talmud, Ölü Deniz Tomarları, Tevrat  gibi mitolojik ve dini metinlerde üç aşağı beş yukarı aynı şekilde yer alan halidir. Lilith, özellikle Musevilik öncesi ve sonrası Yahudi mitolojisinde önemli bir yer tutar. Bu inanışın etkileri Hıristiyanlıkta ve çok az da olsa ilkçağ mit'lerinde, en arınmış din olan İslamiyet’te de sürmektedir. Buradan sonra anlatılanlar çoğu insan tarafından tepkiyle, önyargıyla karşılanacak ama eğer klişelere takılmaz olaylar üzerinden gidersek, neredeyse aynı mantıkta benzer bir hikaye Kuran-ı Kerim’de de karşımıza çıkmakta...

 Araf, Bakara, Ta-ha surelerinde birçok ayette anlatıldığı gibi; Allah, Adem ve eşine cennet bahçelerinin tüm nimetlerini bahşetmiş ancak bir tek ağaca yaklaşmalarını yasaklamıştır. Burada dikkat edilmesi gereken şudur: ''Adem'in eşi!'' ve ''Meyve ağacı''... Adem’den tüm ayetlerde adıyla bahsediliyor, ancak sıra Havva’ya geldiğinde hep eşi olarak nitelendiriliyor. Yani bu eşin Lilith olmadığı Kuran’da yazmıyor. Diğer taraftan bu güne kadar, biz hep yasak ağacı ağaç, meyveyi de meyve olarak düşündük. Hatta birçok tasvirde o meyve elma olarak geçer. Oysa onlar belki de sadece birer simge... Satır aralarını dikkatli okumak gerekiyor. Belki tadına bakılan, meyve değil cinselliktir. Ve belki buradaki ''eş''de cinsellik nedeniyle Adem'le tartışan Lilith'dir... Aslında yasak meyveyi her ikisinin de yemesine rağmen, işlenen günahtaki suçluluk payı eşit değil. Kandırılan Adem ve sözkonusu günah konusu bir olsa da, günahkar ve suçlu olan kadın... Dört büyük dinde de kadın ''günah kazanı'' olarak görülüyor. Neyse Lilith'e geri dönelim...

 Ve tektanrılı dinler dışına çıktığımda görüyorum ki Lilith'in geçmişi, tektanrılı dinlerden çok daha önceye, eski Mezopotamya uygarlıklarına kadar uzanıyor. Genellikle Sümer ve Babil mit'lerindeki rüzgar tanrıçası Lilitıu ile ilişkilendiriliyor. Bir Babil metninde ise, büyük tanrıça İştar'ın tapınak fahişesidir. İştar eski doğu dinlerinde; şehvetin, aşkın, tutkunun ve baştan çıkarıcılığın tanrıçası olarak kabul ediliyordu. Bu özellikleri nedeniyle fahişelerin ve o dönem kült olan tapınak fahişelerinin koruyucu tanrıçasıydı. Eski Babil’de tapınak fahişeliği meşru bir işti ve kutsal sayılırdı. Yani günümüzde algılandığı şekliyle aşağılayıcı bir durum değildi; aksine ülkede yaşayan her kadının bir kez yapmak zorunda olduğu, simgesel olarak tanrının eşi haline gelinen ve kadını yücelten bir ibadetti. Lilith de bu tapınağın en önemli ismiydi. Ama daha önce ''Lillake'' ismiyle M.Ö. 2000'de ''Gılgamesh ve Söğüt Ağacı'' hikayesinin üzerinde yazılı olduğu bir Sümer tabletinde görülür...

 Saf, edilgen, cinselliği ancak yasak meyveyi tadınca öğrenen Havva’nın tersine Lilith, başından beri gücünün ve cinselliğinin bilincindedir. Yeri geldiğinde de kullanmaktan çekinmez. Birçok kaynakta baştan çıkarıcı, cadı, vampir, cinlerin başı, dişi şeytan gibi ünvanlarla nitelenen Lilith; eski Mısır metinlerinde ise, bir tanrıça ve eşi olmayan bir güzellik olarak tarif edilir. Öyle ki, bir kamış kadar ince olan tanrıçanın vücut hatları mükemmel, göğüsleri fildişinden bir çift meyve gibi diri, elleri ve ayakları küçücüktür. Saçları kızıl ve yedi lüle halinde belinden aşağıya sarkar. Yanakları gül pembesi, dudakları parlak pembe ve dişleri parıldayan bir dizi inci gibidir. Uzun, ipek gibi kirpiklerinin altında siyah, badem gibi gözler ışıl ışıldır. O denli güzeldir ki bakanın aklını başından alır.

 Din ve ahlak kurallarını yaratanlarca oluşturulmaya çalışan uysal, söz dinleyen, erkeğe bağımlı, çilekeş, kanaatkar ''iyi'' kadının tam tersidir. Lilith, erkek egemenliğini reddedip eşitlik mücadelesi veren bir kadın. Kendi başına buyruk, denetlenemez ve zapt edilemez olduğundan özellikle tek tanrılı din bilgelerinin sürekli baskı altına almaya çalıştığı kötülük kaynağı kadının bir örneği, erkeğin kadına ve cinselliğe duyduğu korkunun bir simgesidir aslında.

 Şimdiye kadar erkekler tarafından yazılmış tarihte, olumlu kadın figürlerinin olumsuzlara oranla ne kadar az olduğunu ve olumlu model olarak sunulanlarında günümüz kadınına ne kadar hitap ettiğini düşününce, bu pek de tuhaf karşılanmaması gereken bir durum. Artık kadınların tarihi de yeniden gözden geçirilip, farklı bir gözle değerlendiriliyor. Eski dinleri ve efsaneleri yeniden yorumlamak da günümüzün post modern akımlarının bir parçası...

 Bugün Lilith hikayesi dini kesimler tarafından göz ardı edilmeye devam etse de, bazı kesimler tarafından kadın hareketinin en önemli simgesidir. Yaşamı, dünyayı sorgulayan çağdaş kadın için, kendisine binlerce yıldan beri dayatılan Havva rolünün geçerliliği artık kalmamıştır. Artık bu efsaneye odaklanmak gerekir. Çünkü bu efsane, insanlık tarihinin başlangıcından bugüne uzanan bir tartışmayı başlatmıştı. Özellikle günümüzde iyiden iyiye kesinleşen bir tartışma bu; eşitlik, daha doğrusu kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik sorunu. Ben Adem ile Lilith arasındaki güç savaşını; asırlarca süren ve ataerkil sistemdeki erkeğin konumu ile, kadınların eşit haklara sahip olma talebini temel alan; cinsiyetlerarası savaşın aynadaki görüntüsü olarak kabul ediyorum! Ve öyle ya da böyle, efsanelerde dahi kadın ve erkek arasında yaratılıştan beri süregelen bir çatışmanın varlığını yadsıyamıyorum. Belli ki itaatkar ve uyumlu eş Havva yaratılınca, asi ve cesur Lilith'i unutturmanın faydası farkedilmiş, zaman içinde de efsaneler buna göre düzenlenmiş(!) 

 Ve Tanrı!... Altıncı gün kadını ve erkeği kendisinin bir benzeri ve tamamlayıcısı olarak yarattı. Ama henüz Havva ortada yoktu! Lilith; dişil cinsel dürtüleriyle, özgürleşen kadının simgesi... Topraktan yaratılmış ve Toprak Ana ile özdeşleşen kızıl kadın... Gül kızılı uzun saçlı bir kadın düşünün... beyaz tenli, pembe dudaklı... Ve de ''meşum'' ifadeli. Karşısındaki erkeğin ''seks'' için o an dediğini yapmaya da hazır. Sınırsızca, dolu dolu, istekle... Erkeğinin şuur altında gizli, yasak arzularını tek tek bulup çıkarmakta gecenin ortasına. Böylece de deli etmekte, köle etmekte seviştiği erkekleri... Hem de ta ki öldürene dek!

 Lilith işte böyle bir tanrıça...

 Ya da öyle sanılmakta!

22 Aralık 2011 Perşembe

KEDİLER VE KADINLAR...

 İstemedikleri sürece zorla sevemeyeceğiniz iki canlı türü... Ve eğer canları sevilmek istiyorsa da yandınız; hiç şansınız yok, sevmek zorundasınız!

 Bizet'in ünlü Carmen'ini çok severim, kedim de çok sever ve tuhaf bir şekilde tepki verir; tam da birinci perdede özellikle. ''Kadınlar ve kediler çağrıldıklarında gelmezler, çağrılmazlarsa gelirler!'' şeklinde bir deyiş vardır romandan uyarlanmış bu muhteşem operanın birinci perdesinde. Hukukçu olmasına rağmen yazdığı roman ve piyeslerle edebiyat dünyasında özellikle Carmen adlı romanıyla büyük yer edinen Prosper Merimee, Carmen'i kediye benzetmiştir şu sözleriyle: ''Çabaladığınızda gelmeyen, fakat çabalamadığızda yakınlaşan bütün kedi ve kadınlara''...  Merimee neredeyse romanını kedilere adamış (!)

 Aslında ben de kadınları kedilere çok benzetirim... Kedilerin ve kadınların tarihsel geçmişine bakınca tamamen aynı benzerlikte ve her ikisinin de yaşam döngüleri aslında Spielberg'in ''Schindler'in Listesi'' filminden farksız. Hatta daha kötü! Dünya tarihinde kedilerden ve kadınlardan başka; önce tanrılaştırılan, sonra şeytanla özdeşleştirip öldürülen, işkence edilen ve diri diri yakılan; sonra da tekrar evin baş köşesine yerleştirilen hiçbir canlı türü yoktur.

 İlkçağ/ Antik Mısır...

 Kediler kutsal bir canlı olarak görülüyordu. Bunun nedeni kedilerin neşe, müzik ve kıvrak dansların temsilcisi olan Tanrıça Bastet ile özdeşleştirilmiş olmasıydı ve kediler miyavladıkça evin içi, sokaklar neşe dolardı... Tabii kedi öldürmek ya da zarar vermek suç sayılırdı ve cezası ölümdü! Kedileri korumak için kanunlar dahi yapılmıştı.

 Eski Mısır’da, siyah dişi kedilerin tanrıça olarak kabul edilip tapıldığı, günümüzde ortaya çıkarılmış bir çok duvar kabartmasından da anlaşılıyor.

 Ve yine Antik Mısır'da kadın toplumun gözünde çok değerliydi ve erkeklerle evde de/dışarıda da aynı derecede söz sahibiydi, yasal haklara sahipti. Hatta evde kesin ve eşit bir iş bölümü vardı ve erkek bunun dışına asla çıkamazdı. Antik Mısır'da yani ''Krallar Vadisi''nde ilk kadın firavun Haşpetsut'tur ve tarihte adı geçen ilk kadındır. Yaklaşık 22 yıl iktidar sürmüş, çok güçlü bir firavundu. Ve aynı dönemde diğer kadın firavunlar; Nitokerty, Sobeknefru, Tavosret ve son firavun da denilebilir ama kraliçe olarak hüküm sürmüş Kleopatra'nın gücünü, neredeyse hepimiz biliyoruz... Kediler ve kadınların altın çağı diyebiliriz bu döneme !

 Ortaçağ/ Avrupa

 Kedilerden, özellikle siyah kedilerden nefret, Hristiyanlığın kendinden önceki kültürleri ve onların sembollerini yok etme içgüdüsü ile Ortaçağ'da , İngiltere'de başladı.  Bağımsızlık bağımlısı, özgür, bildiğini yapan, meraklı, mistik, ''inatçı'' ve ''sinsi'' karakteri; sayılarının da sokaklarda aşırı artması ile birleşince, kediler gözden düştü.

 Ve yine aynı yıllarda kadınların büyücü ve cadı olduğu/olabileceği -ya da kedilere benzer karakterlerinden dolayı yüksek meyilli olduğu- inancı tüm Avrupa'da histeriye dönüştü. - Eski dilde ''cadı'' nın anlamının ''güzel gözlü kadın'' olması da çok enteresan bir ayrıntıdır ve peki neden ''cadı''lar kadınlar olmuştur? Bu sorunun cevabını sanırım buldum... İlk zamanlarda, geceleri dolaşan, şehvet düşkünü kadınlar için yapılan cadı tanımlaması aslında dinin insanları nasıl yozlaştırabileceğinin de ilginç bir kanıtı benim için. Kitab-ı Mukaddes'te ''Efsuncu kadını yaşatmayacaksın! 22-18'' hükmü yer alır. Kiliseye göre havai güçler olarak bilinen İblis geceleri gökten iner ve bu tür kadınlarla cinsel ilşkiye girerdi. İşte cadılar bu yasak ilişkinin ürünüydü. Ortaçağ Avrupasında cehalet o kadar hat safhadaydı ki özellikle siyah kedi besleyen kadınların cadı olduğuna dair müthiş kampanyalar başlatıldı. Ve kilise son açıklamasını yaptı: ''Kadının okumuşu cadı olur!''. Cadılıkla suçlanan ve yakılan kadınların bir bölümü ebe, bir bölümü de şifacıydı. Yine o dönemlerde tarihin bilinen ilk kadın matematikçisi Hypatia, tüm ikazlara rağmen bilimden uzaklaşmadığı için kilise tarafından cadı ilan edilmiş ve katledilmiştir...

 Ve bu tür kadınların geceleri şeytanla işbirliği yaparak, siyah bir kediye dönüştüğü ve kötülük yaydığı hikayeleri yayılmaya başladı. Cadı ve kedi, bütün kötülüklerin simgesi haline getirildi. Dönemin egemeni kilise, büyük yoksulluk içindeki halk kitlesine aradıkları düşmanı sunmuştu. Yoksulluk, Papa'nın ya da yönetici erkin değil, cadıların suçuydu. Kilise ve devlet kol kola, kadın kimliğinde hayali bir düşman yaratmışlar ve kendi suçlarını gizleyebilmek için kanlı bir kampanya hazırlamışlardı. Cadı çılgınlığı Ortaçağ toplumunun yaşadığı bunalımın sorumluluğunu, kilise yani din ve devletin üzerinden alıp kadın imgesinde İblis'e yüklemişti.

 Bu cahil topluma veba geldiğinde ise yine bundan kediler sorumlu tutuldu. İblis'le işbirliği yapan cadılar, inançlı insanları veba salgını ile yok etmek istemişti ve kedilerle vebayı yaymıştı. Aslında cahil toplum kedileri öldürerek salgına karşı en birinci savunma hatlarını da kaybetmişti. Çünkü veba, fareler nedeniyle yayılıyordu! Fakat kilise hala inatla cadıları ve kedileri suçluyordu.Ve nihayet ''cadı kadınlar ile kedileri''  paranoyaya dönüştürülünce, özellikle Fransa'da engizisyon kararlarıyla diri diri yakılmaya başlandı. Ve bu vahşet yakılacak cadı kalmayınca -ve ayrıca artık siyah/beyaz ya da renk ayırımı yapmadan- tamamen kedilerin üstüne kaldı.

 Fransa Kralı 13. Lois bir kanun çıkarıp bu uygulamayı yasaklayana kadar, milyonlarca kedi diri diri yakıldı.

 Ortaçağın bitmesine yakın Avrupa'da baş gösteren büyük açlık dönemindeyse kediler bu kez farklı bir tehlikenin içindeydiler. Yiyecek bulamayan Avrupa, kedilere yöneldi. Kediler bir anda tekrar yok oldu! Avrupa'yı saran her problemin kaynağı ya kedilerdi ya da kadınlar ki yüzlerce kadın, cadı olduğu iddiasıyla katledilmesine karşın; milyonlarca kedi de bu cahil zulümün kurbanı oldu.

 Taa ki İnsancılık Akımı, Avrupa'da ortaya çıkana dek! Yeniçağ yavaş yavaş Avrupa'ya yerleşince kedilere ve kadınlara karşı zulüm görece olarak azaldı...

  Değişen toplumda kadının ve kedinin toplumsal rolü işte böyle değişmiştir. Taban tabana zıt iki büyük değişim örnekledim. Zıtlıklar, söylence ile inanışlara olduğu gibi ve vahşice yansıdılar. Antik çağlardaki kadın ve kedi toplumda önemli, değerli, saygın ve tanrıçalığa yükseltilmiş sevgili bir varlıkken; sonrasında yere düşmüş bir yıldız, değersiz bir süpürgenin ucunda siyah kedili bir cadı olmuş ve üstelik ilahlar dünyasından da kovulmuştur.

 An itibariyla kadın ve kedinin toplumdaki yerine değinmek gerekirse:

 Günümüzde kediler en popüler evcil hayvanlardır... Cins olanları pet-shoplar da itinayla ''satılır'' ya da cins olmayanlar bir merhamet anında sokaktan alınarak, evlerde baş köşeye yerleşir. Onların hepsi artık aristokrattır. Sokakta olan özgür ama lümpen kediler ise, yaşam mücadelelerine minik mama yardımları ya da çöp tenekelerine yakın mesafade ama, soykırım amacıyla peşlerinde olan; - bu noktada dış mihrakların(!) parmağı olduğuna inanırım-  kim(!) olduklarını asla bilemediğimiz vahşi zehirleme timlerine karşı tetikte bir yaşam sürüyorlar.

 Ve kadınlar... Ekonomik özerklikle, cinsel özerklik başa baş ve bence birbirine bağlantılı gidiyor günümüzde. Ekonomik olarak özgür olamayan kadınsa bir erkeğe bağlı ve ona tabi. Bu da erkeğin kadın üzerindeki sahipliğini iyice pekiştiriyor.

  Binlerce yıldır ve günümüzdeki asıl sorun ise; erkek kadından korkuyor! Ve bu zihniyet, korkusu yüzünden kadını hala bastırmaya çalışıyor. Erkeğin en başından beri asıl korkusu; Tanrının yaratma gücünün rahim yoluyla kadında olması! Erkek bundan yoksun, bu yüzden korkuyor ve bu açığı kapatmak için sürekli üretiyor. Bilim adamlarının büyük bir bölümünün erkek olması da sanırım bunun sonucu. Üretemeyen erkek ise günümüzde de ortaçağ kararları almaya devam ediyor. Haklar hala eşitsiz dağıtılıyor. Cadı kültü farklı şekillerde yine yaşanıyor. Kadın rahat, çünkü doğuştan üretken ve onun kendi üretkenliğine ispatlamak için başka araçlara ihtiyacı yok. Korkmuyor!

  Evet kediler ve kadınlar gerçekten birbirine çok benziyor...