11 Ağustos 2011 Perşembe

''ŞİRİNCE'' KÖYÜ...

  Şarabı ve evleri ile ünlü, insanları da adı gibi şirin yerleşim merkezidir.. Yeşil yamaca sırtını dayamış, zeytin ve incir ağaçları ve erguvanlar arasında heybetiyle dikilen evleri, cumbaları, beyaz duvarları, taş sokakları ve güzel insanlarıyla eski adı Kırkınca; daha sonra buraya yerleşen Türkler tarafından Çirkince ve şimdiki adıyla Şirince ....

 Her gidildiğinde, köyün girişinden başlayan, mandalin şarabından çilek şarabına kadar  şarap çeşitlerinin bir çoğunu, bir şişe şarap bile satın alsanız tattıran ve sizi dükkanlarında konuk eden şarap evi  sahiplerinin ikramlarıyla, yukarı çıkana kadar süren bu tadımlıklar sayesinde  solda kalan ufak tepenin üzerindeki, dalları yatmaya musait ağaçta çakırkeyf  olunması farzdır..


 Eski bir Rum yerleşim yeri olan Çirkince'nin adı, yöredeki derebeyi tarafından azat edilen reayanın uydurduğu bir söylenceden geliyor... Özgürlüklerine kavuşan köylüler yerleşmeleri için kendilerine bir yer seçtiklerinde, derebey '' Kuracağınız köyün yeri nasıl?'' diye sorar, köylüler de, -sanırım başkaları gelip yerleşmesin diye - ''Çirkince'' karşılığını verirler. Oysa köyün havası öylesine serin, toprağı verimli, dağın yamacından gürül gürül inen suları öylesine dinlendiricidir ki, ''Çirkince'' adının ''Kırkınca''dan türemiş olması bana daha mantıklı geliyor.

  Ayrıca doğma büyüme buralı olan Dido Sotiriu'da  ''Benden Selam Söyle Anadolu'ya''  kitabında Şirince de yaşamış Manoli Aksiyotis'in ağzından, bu köyü anlatırken şöyle der: ''Bizim Kırkınca köyü, eski kitaplarda Dağdaki Efes adıyla anılırmış ve bu da bizim köklü bir geçmişe sahip olduğumuzu göstermekteymiş. (...) şu yeryüzünde cennet diye bir şey varsa, bizim Kırkınca o cennetin bir parçası olsa gerekti. (...) hani, köylüyü iliğine kadar sömüren büyük toprak ağaları vardır ya, bizim orda yerleri yoktu onların. Kendi arazisinin efendisiydi her köylü.''  -Şimdi de aynen halkı öyle-...


 Ve hatırladığım kadarıyla bir zamanlar sekizyüz haneden oluşan bu köyün halkının oldukça çalışkan olduğu,  mutlu yaşadığı, komşu Türk köyleriyle can ciğer kuzu sarması geçindiği, akşam olup zeytinden dönen köyün delikanlıları ve kızlarının  mandolin eşliğinde şarkılar söyledikleri bir cennet olarak anlatıyordu Çirkince'yi Sotiriu..

  Şirince öyle bir yer ki, savaş nedeniyle yok olan bir dünyanın, geri dönmesi mümkün olmayan bir ''yitik cennetin'' tüm özelliklerini taşıyor... '' Şu yeryüzünde bir cennet varsa, bizim Kırkınca o cennetin bir parçası olsa gerekti''!!!! .... Ne varki mübadeleden daha insancıl bir dille söylemem gerekirse ''Büyük Ayrılık''tan sonra bu cennet köyden göçenlerin yerine yerleştirilenler, Selanik ve Girit'ten gelen Müslümanlar değerini bilmediklerinden değil ama zeytin ve incir üretimine yabancı olduklarından, kısa sürede cehenneme çevirirler Çirkince'yi. Evleri ahıra dönüştürürler, sokaklarda cılız çocuklar oynamaya başlar, okul öğretmensiz, tarlalar susuz kalır. Ayrık otları kaplar her yanı, meyve ağaçları bakımsızlıktan çürür. Geceleyin el ayak çekilir ortalıktan, taş sokaklar şarkısız kalır.. Ama köyün yeni sahipleri Çirkince adını beğenmeyip, yetkililere başvurup, köyün adını ŞİRİNCE olarak değiştirmeyi başarırlar...

  Bunları da 1947 yılında yolu buraya düşen Sabahattin Ali söylüyor. Ve oda tıpkı Dido Sotiriu gibi köyün mübadeleden önceki halini bir cennet olarak betimliyor. Ve sonrasını şöyle anlatıyor; '' Burası benim otuz sene önce gördüğüm, içinde en güzel günlerimi geçirdiğim, yer değildi. Şu sağ tarafımda, kapısız, penceresiz, çatısız yükselen dört duvar, bir zamanlar bahçesinde yüzlerce çocuğun oynadığı mektep olamazdı. Şu önümdeki ulu çınarın dibinde, böyle bataklık ortasında bir taş yığını değil, dört gözlü bir mermer çeşme olacaktı. Köyü baştan başa dolaştım, bu sekizyüz evli küçük kasabada, şimdi belki elli aile oturmuyordu. Buraya mübadil olarak yerleştirlen mühacirler, tütüncü oldukları için incirlerini, zeytinlikleri yok pahasına satmışlar, hatta birçok ağaçları kışın kesip yakmışlar, sonra her biri bir tarafa dağılmışlardı.Ortalıkta insan görünmüyordu. Belki yirmi senedir el sürülmemiş gübre ve süprüntü ile, kaldırımları görünmez hale gelen sokaklarda, bazen gözlerinin rengi bile anlaşılmayacak kadar kirli bir çocuk peyda oluyor, bir yabancının geçtiğini fark eder etmez, arkasından çekmeye çalıştıkları keçinin ipini bıraktığı gibi kayboluyordu. Yıllardır boş duran evlerin ne kapıları, ne pencereleri, hatta ne de döşemeleri kalmıştı. Sekiz-on odalı koskaca evlerin sahipleri bile, pencerelerine tahta çiviledikleri bir yer odasına dolmuşlar, öteki odaların dolap kapılarına ve çerçevelerine kadar bütün tahta kısımları kışın söküp yakmışlardı.''

 Eski kaleyi arkama aldığımda okuduğum bu satırlar aklıma geldi ve buralarda Sabahattin Ali'nin çok değil en fazla 60 yıl önce  yaşadığını  düşündüm. Birinci dünya savaşı yıllarında Çirkince'de bulunan yazar  anılarındaki cenneti bulamayınca hayal kırıklığına uğramış, kendi deyimiyle '' Gavurda keramet, Müslüman'da kabahat'' aramaktansa buradaki toprak ağaları ve beyleri suçlamayı yeğlemişti. Ona bakılırsa eski ''Çirkince''yi milletle alay edercesine ''Şirince'' yapanlar, sahipli ülkemizi de sahipsiz kılarak yöreyi talan etmişlerdi. İş bilmez göçmenlere kalmıştı güzelim köy.

 Şimdi durum öyle değil neyse ki, ama yine de bir kazanç hırsı, çevre bilinci yerine esnaf zihniyetiyle köşeyi dönme söz konusu.. 


 Bir zamanlar virane olan Şirince evlerinin çoğu bugün onarılmış. Yenilenip pansiyon ya da lokantaya dönüştürülmüş. Altlarına da şarap evleri açılmış. Ne varki hala yıkılmak üzere olan, pencerelerine perde yerine çuval asılmış olan evler de var. Korunmaları gereken bu eski Rum evlerinin yanı sıra köye en tepeden bakan XIX. yüzyıldan kalma Vaftizci Yahya Kilisesi'nin de tuhaf bir konumda olduğunu söylemeliyim. Turizm Bakanlığı'nın katkılarıyla yürütülen onarım ve yenileme çalışmaları bu tarihsel yapının avlusunda bir kahve açılmasını engelleyememiş. Eski köy kahveleriyle de ilgisiz bir formda, daha çok cips- hamburger satan büfeleri andıran bir cafe- kahve(!)

 Aradan geçen bunca zaman Şirince'yi çirkinleştirmemize yetmemiş. Yine de ruhunu koruyabilmiş, biraz hüzün  kokan, bir eski Rum köyü, güzel Şirince...  Gece en tepesinde  oturulduğunda, huzuru hissedilebilen ve herşeyden uzaklaşılabilen yer... Ve tabi ki o güzel şaraplarıyla, sokaklarındaki sıra sıra mandalin ve portakal ağaçlarıyla  içinizde yer edebilecek şirin bir köy. Elbette sıcak insanları şaraplarına da vermişler  güzelliklerini.

  Mutlaka görülmesi gereken ve ufacık çardağının  altında, ardıç ağacından yaptığı  kaşıkları  satan, kocaman masmavi gözlü, hoş sohbet  Ahmet amca ile konuşmadan dönülmemesi gereken  güzelim Ege beldesi...

4 yorum:

Adsız dedi ki...

gerçekten harika bir yerdir bu yaz bitmeden tekrar gideceğim. fotoğraflar harika emeğinize bilgilerinize sağlık teşekkürler aysen hanım . sevgiler saygılar

Aysen Yücedağ dedi ki...

Teşekkür ederim. Sevgiler...

Rabia Dardan dedi ki...

Çok güzel anlatmışsınız olup biteni. Gerçekten sahipleri tarafından emanetçilere verilmiş gibi olan bir yer şirince. Eski birkaç fotoğrafını görme şansım oldu kahvaltı yaptığımız gözlemeci teyzenin sayesinde. Alakası yok şu andaki durumum eski haliyle. ağaçlar nerde evler nerde inanamadım.. gerçek sahibi gibi bakmıyor kimse yaşadığı mekana diyeceğim ama e şmdikilerde artık gerçek sahibi gibi hissetmiyor mu bunca geçen zamandan sonra, anlaşılmaz bir durum! Yazınız için çok teşekkür ederim ve ayrıca mübadelenin yaşandığı yerler üzerinden, ne kadar acı bir şey olduğunu anlatmanız ve bunu göstermeniz çok daha yardımcı oluyor okuyanın anlamasına. Çok teşekkürler sevgiler Aysen hanım.

Aysen Yücedağ dedi ki...

Teşekkürler Rabia hanım... Sevgiler!