1 Aralık 2011 Perşembe

ÜÇ KADIN...

 Üreten her insan olağan üstüdür. Evinde dikiş dikerek üreten kadın da, akademisyen kadın da aynı derecede bende hayranlık uyandırır. Samimi cümlelerle, kocaman yürekli kadınların; hayranı olduğum üç kadının hayat hikayesini okuyacaksınız birazdan. Öte yandan insanlık tarihi; karşı cinsleri tarafından taşlanan, kırbaçlanan, tecavüz edilen, dövülen, uzuvları kesilerek cezalandırılan ve katledilen kadınların utancıyla dolu ve her gün bu utançlara yenileri ekleniyor! Eğer kadın -aslında her iki cins dahil; toplum-  ses çıkarmamaya devam ederse, tarih bu utançlardan kurtulamayacak. Kadın, toplum baskısını sürekli üzerinde hissettiği için hayallerinin peşinden gidemeyecek, gözyaşı dökmeye devam edecek.

  Önünüzde sadece iki seçenek varmış gibi sunulan hayatın yanlış olduğunu kimse size söylemiyor. Fakat aslında onlarca yol var! Seçtiğiniz yolun çetin olması ya da kolay olması sizin tercihinizdir. Okuyacağınız bu üç kadının hikayesi  ''Hypatia'ların'' seçtiği yoldan yalnızca minik bir örnek olacak. Bunlar gibi bir çok kadın ve kadınlarımız gururla ve cesaretle yollarında yürümeye devam ediyorlar. Peki, siz hangi yolu seçeceksiniz?


HYPATIA (370-415/ İskenderiye)

 Lime lime olsa da bedenim...

 İskenderiye Kütüphanesi; bu önemli kültür merkezinin müdürü Theon, güzel kızı Hypatia'ya her türlü eğitimi vermeyi planlamıştı. Felsefe, astronomi, matematik eğitimi aldı Hypatia. Derslerden hiç uzak kalmadı ve babasının bu özverisiyle sorgulamayı da, tartışmayı da öğrendi.Yalnızca bilimsel değil, bedensel olarak da gelişimini sürdürdü. Güzel ve etkili konuşmadan, yüzmeye kadar her konuda eğitildi. Belli bir düzeye geldikten sonra bilgilerini pekiştirmek için Atina'ya gitti. Döndüğünde deneyimli bir eğitmen olarak felsefe ve matematik dersleri verdi. Öğrencilerine Platon ve Aristotales'i anlattı. Etkili konuşma tarzı ve donanımıyla kısa zamanda ün salmış, dünyanın pek çok şehrinden onun öğrencisi olmak için öğrenciler gelmiştir.

 IV. yüzyıl Hristiyanlığın Mısır'a kadar uzandığı bir dönemdi. Yeni din yükselişini yaşarken, bilim ve sanatla uğraşan insanların çöküşüne sahne olacak olayların da kapısı aralanmaya başladı. Kadınların ikinci sınıf olarak görüldüğü bir dönemde, yüzlerce insana ders veren bir kadın, bazı kesimlerin tepkisini çekmeyi başarmıştı. Psikopos Cyril, Hypatia'nın yayılan ününü zedelemeye ve onun pagan olduğu yönündeki söylentilerle halkı kışkırttı.

 Tarih bilimle uğraşan inanların katledilmesiyle ne ilk ne de son kez karşılaşacaktır. İnanç özgürlüğünü savunan, metafizikle, astronomiyle, matematikle uğraşan bir filozof kadın, çok sevdiği insanlar tarafında öldürülecektir. Cyril'in kışkırtmasıyla bir grup insan giderek artan bir öfkeyle yollara dükülürler. Yolda yakaladıkları genç ve güzel kadını, çırılçıplak soyarak, türlü eziyet ve işkencelerle katlederler. Hatta midye kabukları ve kiremit parçalarıyla Hypatia'nın etlerini kemiklerinden ayırırlar... Hypatia en verimli çağında politik ve dini nedenlerle proveke edilen halk tarafından linç edilir. Ne yazık ki çok az eseri günümüze aktarılabildi. Sonraları Descartes, Newton, Leibniz  bu eserlerin üzerinde durmuşlardır.

 Hypatia, o dönemin bağnaz insanları için korkulacak pek çok özelliğe sahipti. Bilimsel verilere önem veriyordu. Daha da korkunç olanı bir kadındı. Göz önünde olması ve düşüncelerini ifade edebilmesi çok tehlikeliydi. Dillere destan güzeliği ve varlıklı erkeklerin ilgisine rağmen evlenmiyordu. Etkili konuşuyor, öğrencilerini kendine derinden bağlıyordu.Ve ölmesi gerekiyordu! Öldü...

 Bu zeki ve güzel kadının, bilim dünyasına katkılarının hiçe sayılması ve linç edilerek öldürülmesi; üretken kadının baskıyla susturulmasının tarihteki ilk örneği olarak bilinir...



 FRİDA KAHLO (1907-1954/ Meksika)

 Tüm duygular tablolarda saklı...

 ''Broken Column''... Beyaz bir korsenin içinde yanık teniyle bir kadın. Gözyaşlarına boyanmış yüzünde acı ve hüznün izleri var. Parçalanmış bir omirilik, çivilerle kaplı türlü işkenceler görmüş narin bir beden, upuzun siyah saçlar...

Acıyı bu kadar gerçekçi betimleyen Frida Kahlo geçirdiği kazadan sonra ''Başıma gelen en iyi şey; acı çekmeye alışmaya başlamış olmam...'' diyerek olanca darbesini yediği yaşama devam etmeye karar vermiştir. Çünkü ruhunun ve öz varlığının kederleri bir yana, zaten olanca acı dolu bir zamanda ve mekanda var olmuştur Firida... Mexico City'nin güneyinde, mavi boyalı bir evde, devrimin en şiddetli günlerini yaşarken dünyaya gelmiştir. Fakat henüz altı yaşında çocuk felci geçirmiş ve yatağa mahkum olmuştur. O dönem pek çok çocuğun canını alan bu hastalık, büyük bir şansla Frida'nın sağ bacağının incelmesinden başka bir etki bırakmaz. Belki de hastalığı nedeniyle babasının üzerine titrediği Frida, en iyi okullardan biri olan Ulusal Hazırlık Okulu'nda eğitimine başlar. Burada kurduğu arkadaşlıklar devrimin bir parçası olamasını da sağlamıştır.

 Hayatının en korkunç kazası da bu dönemde başına gelir. Bir otobüs kazasında omiriliği, sağ bacağı ve kolu yaralanır. Hastaneye yetiştirildiğinde genç kızı yaşam mücadelesini kazanamayacağı düşünülür. Üç yıla yakın bir süre yatağa bağlı olarak dayanılmaz acı ve ağrılar çeker. Henüz on sekiz yaşındadır ve yatağa mahkum olmuştur. Annesi ona özel bir yatak yaptırır ve eline onun için özel olarak hazırlan fırçalar ve boyalar tutuşturur. İlk başlarda pek de istemeden ve fakat bilincinde olmadan iç dünyasını resmetmeye başlar. Bir aynanın altında yatalak bir şekide ilk olarak otoportresini, kızkardeşlerini resmetmiştir. Zamanla hayata tüm enerjisiyle tutunur ve yavaş yavaş yürümeye başlar. Sosyal ortamlara girer, sanat ve edebiyat dünyasından pek çok insanla tanışır.

 Yıllardır hayranı olduğu ressam Diego Rivera'ya bu dönem aşık olur. 1929 yılında garip, aykırı bir tarzda ama oldukça tutkulu bir evliliğe ilk adımı atarlar. Frida'nın günlüğünden; ''Başlangıç Diego, yapıcı Diego, çocuğum Diego, ressam Diego, babam Diego, oğlum Diego, sevgilim Diego, kocam Diego, dostum Diego, annem Diego, ben Diego, evren Diego''...

 Evlilikleri süresince Frida ve Diego Paris'e, Amerika'ya sık sık giderler ve Frida buralarda sergiler açar. Eserleri satılmaya başlar ve büyük beğeni toplar.

 Aldatılmalarla, aldatmalarla, kıskançlıkla geçen bir evlilik sürmektedirler ve yıl 1937: Diego'nun girişimleriyle Leon Troçki ve eşi Meksika'ya gelirler. Troçki ailesi uluslararası devrim mücadelelerini Meksika'da sürdürecektir. Mavi evde misafir olan Troçki ve Frida arasında bir ilişki başlar. Kısa süren bu aşk hikayesi her iki tarafın eşinin fark etmesiyle ayrılıkla sonuçlanır. 1940 yılında bir suikastle Troçki hayatını kaybeder...

 Frida eşinin bir çok çapkınlığına göz yummasına rağmen, kızkardeşiyle olan ilişkisi nedeniyle Diego'dan boşanır. Ancak kısa süren bir ayrılıktan sonra tekrar evlenirler.

 Frida'nın fiziksel ağrıları artık dayanılmaz olmuştur. Eserlerinin çoğunda bunu yansıtmıştır. 1950 yılında, belindeki dayanılmaz ağrılar nedeniyle tekrar yatağa mahkum olur. Ama resim yapmaya devam eder. 1954'de sağ bacağını kaybeder ve kısa bir süre sonrada hayata gözlerini yumar.

 Frida gerçeği olduğu gibi resmedebilen, fırça darbeleri, hüzün dolu portreleri ve fakat capcanlı renkleriyle yirminci yüzyılın eşsiz bir yeteneği, büyüleyici ressamıdır.Tüm acılara rağmen hayata sıkı sıkı tutunmuş, acılar onu yıldırmamış, duygularını resmederek anlatmış ve aslında çok hassas olan iç dünyasını açıkça dile getirebilmiş cesur ve güçlü bir kadındır.

 Frida Kahlo, insanın ne olursa olsun ancak üreterek var olacağının en açık kanıtıdır. Her iki bebeğini de kaybeden bir annenin acısını ve çaresizliğini resmederek kötü duygularından arınmıştır belki de.. Tüm hislerinin aynasıdır tabloları. Bir çok zıt kutupu bünyesinde barındırabilmiştir. Belki de bu özelliği sayesinde hayal gücü bu kadar sıra dışıdır. Hem maskülendi, hem feminen; koyu bir devrimciydi ve politikanın içinde bir kadındı. Meksika'nın dünyaca ünlü sürrealist ressamı... Hayatı boyunca geçirdiği hastalık ve kazadan sonra bir de kocası Diego'dan kaynaklanan ağır acılar, içinde bulunduğu siyasi dönem, sanatını bu kadar yükseltmesine engel olamamıştır...



SABİHA GÖKÇEN (1913-2001/ Türkiye)

Türk semasının ve dünyanın ilk kadın savaş pilotu...

 Sabiha Gökçen; Türkiye'nin değişen yüzünün en önemli göstergelerinden biriydi o dönem. İkinci Dünya Savaşı'nın kapıya dayandığı yıllarda o, tüm dünyaya Türkiye'nin gelişmekte olan çehresini ispat ediyordu.

 Sabiha Gökçen anne babasını küçük yaşlarda kaybetmiş bir öksüzdür. Bursa'nın düşman işgalinden kurtulmasından kısa bir süre sonra Atatürk bu şehre ziyarete gelir. Sabiha henüz on iki yaşındadır. Büyük bir heyecanla evlerinin hemen yanında konaklayan Paşasını gözlemeye başlar. Onunla tanışacak ve yatılı bir okulda okumak istediğini söyleyecektir. Bir sabah Mustafa Kemal Hünkar Köşkü'nün bahçesinde dolaşırken küçük Sabiha yanına koşar. Okumak isteğini söyler. Atatürk okumak heveslisi bu küçük kıza; ''Benimle Ankara'ya gelir, benim kızım olur musun?'' der. Sabiha'nın verdiği cevap ''Ağabeyim izin verirse!'' olur...

 Atatürk Sabiha'yı evlat edinir ve onu Ankara'ya götürür. Artık yepyeni bir hayatın kapıları açılmıştır. 1935'de Türkkuşu adlı eğitim merkezinin açılış törenlerindeki gösterilerden çok etkilenir Gökçen. Biraz merak, biraz hevesle uçmak istediğini söyler Atatürk'e. Aynı yıl Türk Hava Kurumu Türk Kuşu Sivil Havacılık Kursu'na girip, eğitimini başarıyla tamamlar ve brovelerini alır. Yedi erkek öğrenciyle birlikte Rusya'da altı ay sürecek bir eğitime katılır. Bu eğitimden sonra Eskişehir Havacılık Okulu'nda özel derler alır. Bu eğitimini de başarıyla tamamladıktan sonra Eskişehir 1. Hava Alayı'nda görevine başlar. Burada altı ay görev yapar ve Trakya ve Ege Manevraları'na katılır. 1937 Tunceli ayaklanmasında da görev yapar. Dünyada ilk kez bir kadın pilot savaşa katılır. Harekat dönüşünde madalyalarla ödüllendirilir. Günlerce yabancı basında haber olmuştur. Dünyanın ilgi odağı olur.
1995'de Türkuşu'nda Başöğretmen olarak çalışır. Eğittiği çocuklara Atatürk'ü ve ilkelerini uzun yıllar anlatır.

 Gökçen, 1996'da son uçuşunu seksen üç yaşında gerçekleştirdi. Mart 2001'de hayata gözlerini yumdu. Dünya tarihine adını yazdıran yirmi pilottan biridir. Çağdaş Türk kadınının en önemli simgesidir. Dünyada ilk kez bir havaalanının adı bir kadından alındı: Sabiha Gökçen Havalimanı...

 O, Atatürk Türkiyesi'nin aydınlık kadınlarından sadece biriydi. Ve onun gibi ülkesine ve Ata'sına sahip çıkan milyonlarca kültürü ve ahlakı yüksek Türk kadını vardır. Emperyalizme karşı tek başına yürüttüğü savaştan onurluca galip çıkan Türk milletinin; ülkesini koruyan ve korumak için gerekirse canını vereceğini ifade etmiş çağdaş Türk kadınıdır. Kadının her alanda var olabileceğinin gerçek kanıtıdır. Büyük Türk devriminin bütün niteliğini, onun aydınlık gözlerinde görmek mümkündür...

4 yorum:

İbrahim G.Yaka dedi ki...

Yazını zevkle okudum.Tek kelimeyle mükemmel olmuş...
Türk kadınının, biraz da kendi istek ve arzusuyla, gönüllü köleliğe, geriliğe, çağdışılığa aday olduğu günümüzde; örneğini verdiğin üç kadının yaşam öyküleri oldukça manidardı. Bunlardan Sabiha Gökçen'in Pendik Hava Limanına verilen adının silinmesi teklifi bile yapıldı biliyorsun.Kimler tarafından? Kadını poşete sokup, uygar dünyadan ilişiğini keserek evde sadece "çocuk doğurma fabrikası" görevini ifa etmesini savunan zihniyet tarafından...
Beni esas üzen; 2400 yıl geçmiş olsa bile, bizden artık Hypatia'ların çıkamayak gibi görünmesi...
Kalemine sağlık Aysen.

Şadi Koç dedi ki...

Eline sağlık..Okudum ve hüzünlendim..

Aysen Yücedağ dedi ki...

Ülkemizde kadınlar ilk kez Cumhuriyet döneminde Atatürk sayesinde bilim dünyasına adım atabildiler. Çünkü daha önce kadınların üniversiteye gitme şansları yoktu.

İlk kadın kimyageri Remziye Hisar, Fransa'da Sorbonne Üniversitesi'nde Marie Curie'nin ders verdiği dönemlerde okudu. 1921 İlk Türk kadın doktor Safiye Ali . Güzide Lütfü 1928 ilk kadın avukat... O kadar o kadar çok alanında ilk olan ve dünyaca başarılı Türk kadını var ki...

Ve hepinizin bildiği gibi Sabiha Gökçen hem Türkiye'nin hem de dünyanın ilk kadın savaş pilotuydu. Gökçen kendi isteği ve Atatürk'ün izniyle Dersim harekatına savaş pilotu olarak katıldı. Türk kadının Türk toplumu içinde bulunması gereken yeri gösteren değerli ve akılcı bir semboldür. Böyle bir sembolü tartışmaya açmak, milli değerlere bütünlüğe, toplumsal barışa darbedir. Bütün bunlar Atatürk'ün yerini almak isteyen sağlıksız ve çok tehlikeli düşüncelerin ürünü bunu artık apaçık görüyor ve biliyoruz. Asıl dertleri Atatürk’tür. Şimdilik Atatürk’e sataşmıyorlar. Sabiha Gökçen ile başladıysa o iğrenç zihinlerdeki planlar, Atatürk Havaalanı’na da sıra gelecektir!!!!

Kısacası İbrahim ''Türkan Saylan öldü, çakallar hala uluyor!''

Teşekkür ederim...

Aysen Yücedağ dedi ki...

Teşekkürler Şadi...