19 Ağustos 2011 Cuma

Bir hastanın hikayesi...

  Ameliyat masası kritik bir masadır. Ne nikah masasına, ne de yemek masasına benzer. Sanırım bir bakıma kumar masasına benziyor. İki alternatifiniz vardır; ya taburcu olacaksınız ya da paralel evrene gideceksiniz.

 Kollarınızın  birinin bir  tarafa digerinin bir tarafa açılıp, çarmıha  gerilmiş gibi bağlandığınız masadır. Bulunduğu mekanın sıcaklığının  düşüklüğü ile bu masanın manevi soğukluğu uyumluluk içerisindedir. Ve bu masaya yattığınız anda sizi  hayatın anlamını düşünmeye zorlar. Tabii ki o anda bunu yapmazsınız!

 Öncelikle hastanelik olmanın ilk şartlarından biri ikinci çoğul şahıstan, ikinci tekil şahsa düşmektir. O kapıdan içeriye girdikten sonra en azından, varsa zat-ı muhterem kimliğiniz anlaşılana dek zavallı bir ''sen'' sinizdir. Ve  lokman hekimler bu sen ile de; haliyle onun layık olduğu, biricik kip olan, emir kipiyle iletişim kurarlar. Ve ameliyat öncesi son 12 saate girerken doktorların o günlerdir  bıkmadan usanmadan tekrar tekrar sorduğu sorular yine başlar... ''Cevabında zorlandığım, annenizin kızlık soyadı tadında bir soru;
- 'Alkol kullanıyor musunuz?',
- 'Kullanma demeyelim de, yıllardır süren samimi bir dostluk ilişkisi var' yanıtım  fazla ironikti, kabul ediyorum. Yine de 'sen'  için espri yapmak bu şartlarda bu kadar kolay olmamalıydı diye içimden geçirirken bakışlarım  doktorumun anlamsız ve sinirli bakışlarıyla aynı anda kesişiyor. Ben yani onun için 'sen', Timur'un eline düşmüş  Beyazıt misali bir o yana bir bu yana yedi iklim dört bucak dolaştırılacak olan hastanedeyim. Alkol kullanım yanıtımdaki esprimi beğenmeyen doktorumun son bakışları unutulacak gibi değildi, evet!''
 

 Ameliyathane, buz gibi... Uyurken biraz  titrersiniz ama uyanırken donarsınız. Sizden önceki ameliyat uzadıysa bekleme odasında sedyenin üzerinde başınızda yeşil bone, üzerinizde seksi(!) yeşil bir önlükle kuzu kuzu ameliyattan çıkanları izlersiniz.  Sıra size gelir. Uyumadan az önce anestezi doktoru  rahatlatıcı olduğu sanılan ''Merhaba küçük hanım, uyumaya hazır mıyız...'' muhabbetini yapmaktayken siz konuşulanlara odaklanmakta güçlük çektiğinizi fark edersiniz. Anestezist elinizdeki damardan narkoz verir, bir iki saniye içinde damarınızdan  akarak beyninize doğru gelen yakıcı sıvıyı hissedersiniz, narkoz verildikten hemen sonra gözler hızla kapanır. Bundan sonra çok kısa bir süre boyunca etraftaki sesler yankı şeklinde duyulur, ancak anlaşılamaz. Bu sırada solunum durur. Kişi nefes alamadığının; algılarının tamamen kapanmadığı çok kısa bir süre için, farkındadır. Hatta "Nefes alamıyorum!" diye bağırmak istenir ki, akabinde solunum cihazının şiddetle takıldığı hissedilir. Başınızı yana çevirmeye bile vaktiniz yoktur. Kolunuzdan beyninize  doğru bir şeyin adım adım ilerlediğini hissederken bayılmayacağım diye çocukça bir inada kapılırsınız. Ama boştur bu. İki üç saniye bile sürmez. Sonrası boşluktur ve bu boşlukta zaman kavramı yoktur... Sonra aniden bilinciniz kapanır; kapandığı gibi de gözlerinizi açarsınız. Yani ameliyat olmak; ameliyat olan insan için  iki üç saniyelik bir iştir. Nefes almak için bile uğraşmayacağınız derin bir uykuya dalarsınız... ''Uyumak değil, uyanmak değil. Hiç benzemiyor uykuya. Yok oluyorsun! Gidiyorsun, ama bir süreç yaşamadan ve dönüyorsun.'' Çok garip bir deneyim, aniden yok olmak... Ölüm böyle bir şeyse pek korkutucu olmasa gerek. Ancak uyanırken '' Ne zaman uyumuştum ki...'' diye düşünürsünüz.

 Gözlerinizi ağlayarak açıp anlamlı anlamsız sayıklayana kadar gerçekten de hiç zaman geçmemiş gibidir. Güzel bir rüyanız olmadığı gibi, iyice ayıldığınızda boğazınıza sokulan silikon boru yüzünden yutkunamadığınızı fark edersiniz, sonra omuzunuz, başınız ve de karnınız ağrımaktadır.. Üstelik ilk 12 saat yemek-içmek yasaktır, yiyebilecek olduğunuzdaysa gazınız vardır, kalp krizi geçirdiğinizi sanırsınız sancıdan, canınız bi'şey yemek istemez... Ömrünüzden kaybolan üç dört saat; ışık yok, his yok... Dünü yaşamadan öbürgüne geçmek. Çaba gerektirmeyen bir uzaklık.

 Ve 4 saatin sonrasında... ''Uyanırken çok asabi olduğumu hissettim. Ve gözlerimi açtığım halde karanlık, göremiyorum ... Şoka girdim, vücudumun titremesi sedyeyi bir o yana bir bu yana sarsıyor. Dört beş kişinin panik halinde sesini duyuyorum 'Hasta şoka girdi, hasta şoka girdi!' ...  Görmediğim halde bana emir kipiyle hitap edenlerin renklerinin değiştiğini hissediyorum. Ve tarifi imkansız bir acı, sanki canlı canlı vücudumu kesiyorlar, fakat en çok canımı yakan; karanlık!... Bir el yakalıyorum, sımsıkı tutuyorum, kimsenin eline bu kadar sıkı tutmadım sanırım. Salya sümük ağlatacak bir baş yapıt hazırlığındayım ki damarıma enjekte edilen sıvının etkisiyle acı, çil yavrusu gibi dört bir yana savruluyor. Eski bir Şaman geleneği(!) olan anestezi  sonrası saçmalamalarına fazlaca değinmeyeceğim. Sadece vücuduma yerleştirilen hortumlarla vücut ısım yükseltildikten sonra, sedyeden kalkıp gitmek istediğimi söylediler.''  O kısımları zaten pek net hatırlamıyorsunuz, esas macera daha yeni başlıyor. İlk hissedilen yazının başından beri bahsedilen o dayanılmaz ağrıların uçup gitmiş olması. Bu sizi oldukça sevindirirken, algılayışınız berraklaştıkça şaşkınlıkla adeta her tarafından kablolar  çıkan bir bilgisayara dönüşmüş olduğunuzu fark ediyorsunuz. ''Göbeğimin sol tarafından çıkan dandik bir mouse, optik bile değil, direnmiş ismi! Bir de elime 28 saattir  takılı olan seruma ek olarak ikinci bir -aile içinde kelebek olarak adlandırarak beni rahatlattığımız, damar yolu aparatı- kablosuz teknolojinin en büyük  nimeti olan  bir kelebek daha takılmış...''  

 Ve artık yoğun bakım odası... ''Ameliyathane yolunda gözlerimden süzülen yaşları saklama çabası eşliğinde geçtiğim koridorlardan bu kez çok sinirli ve kimden alacağımı da bilemediğim intikam hissiyle dolu bir şekilde ilerliyorum.. Burası sakin ve nihayet tek başımayım...  Fazla uzun sürmüyor bu beni benle birbaşıma bırakma. Bir saatin sonunda o şirin ve duvardaki iki tablosu yamuk duran odama alınıyorum... İlk günün akşamı çok çabuk geliyor. Narkozun etkisi de devam ettiğinden yarı uyanık, yarı uyur halde gün devriliyor. Ertesi gün anlamsız bakışlı doktorum şirin baba önderliğindeki şirinler kıvamında gezinen ameliyat ekibimle, ikinci karşılaşmam gerçekleşiyor: 'Evet arkadaşlar burada  bir bilmemne vakası mevcuttu. Bununla bağlantılı çok zor bir ameliyat geçirdik vs vs..'  Ve bana ameliyatımla ilgili seri bilgiler akıyor... Anlamıyorum. O an anlamak da istemiyorum zaten..''

 İkinci  gün... ''Artık koridora çıkıp bir ileri bir geri dolaşmam lazım, ama laptop değilim ki, taşınabilirlik dip seviyede. Hadi göbeğimdeki sargı bezlerinin arasından çıkan diren denen mouse'ı cebe soktum, serum bağlantısını da söktüm, ama ayaklarımın biri diğerinden ayrılmak istemiyor sanki... Neyseki ilk adımı attım ve artık  koridorda arz-ı endam ediyorum, beni gören doktorum 'Ne o! Kaçıyor musun?' diyerek  minimum zeka seviyesinde bir espri yapıyor. 'Hayır!' diyorum 'Bu anlamsız olur, artık çok geç!'...  Gülümsüyor... Gülümsemesine karşılık verme gereği duyup hemşirenin kolumu tutmasının da verdiği büyük bir rahatsızlık ve acizlik hissiyle, tekrar doktoruma sesleniyorum 'The Phantom Of The Opera'yı tercih ederdim.' Bu konuşmayı sadece ikimiz anlıyoruz. Beni rahatlatmak için ameliyathanede cep telefonundan 'İzmir'in Kavakları' şarkısını dinletmişti ve o anda ona sorduğum ve cevaplayamadığı 'Siz hiç İzmir'de kavak ağacı gördünüz mü?' sorumu da tekrar düşünmeye başlamıştı şu an eminim...''

 İkinci günün sonrası, en sıkıcı dönem... ''Artık neredeyse iyileşmişim ya da öyle olduğunu sanıyorum. Ama hala göbeğimde ve kollarımda  kablolar; gelsin antibiyotik, gitsin serum, ölçülsün ateş, tansiyon. Odama giren çıkan doktor ve hemşirenin haddi hesabı yok. Sürekli yazıp çiziyorlar, neyi hesaplıyorlar? Giren borçlu- çıkan alacaklı elbette ama ben asıl bakiyeyi merak ediyorum... Muhasebe defterine dönüşen dosyam git gide kalınlaşıyor. Hele artık karnımın sol tarafıyla bütünleşen  hortum yok mu? Böcek gibiyim.. Herhangi bir haşerat görsem hortumumla direk saldıracağım artık, afakanlar basıyor. 'Çıkarın beni buradan ya da hortumu karnımdan, hasta hakları, hak-hukuk, gak guk'  diyorum. 'Tabii hakkınız var ama bizim de sizi, hasta tedaviyi reddediyor diye, psikiyatri kliniğine sevk etme hakkımız var, n'aaber?' yanıtını alınca hortumumu önüme eğip, kablolarımla baş başa, sus pus kalıyorum...''

 Son gece... ''Servis koridorunda artık tek başıma, başım dik fakat belim eğik, yürüyüş egzersizlerim devam ederken, servis çıkış kapısına gözüm ilişiyor... Pencereye yansıyan ay ışığı sayesinde görüntüme bakıyorum.. Tam bir hasta kıvamındayım. Refakatçi ya da hastane personelini andıracak bir görüntüm katiyyen yok fakat kendime olan güvenim ve hastane bahçesindeki havayı soluma özlemim hat safhada. Kapıya emin adımlarla ilerlerken ve güvenlik masasının boş olması beni oldukça heyecanlandırmışken doktor odasında bir hastanın doktora 'Ne olur 10 dk. bahçeye ineyim, izin verin.' diyerek yalvardığını görüyorum. Sanırım benim de  izin almam gerek ama koridordan kapıya kadar tek başıma ve hiç yardım almadan ilerlemiş olmam, bana kapıdan da kendi kararımla çıkma hakkını veriyor inancıyla, kendimi merdivenlerde buluyorum. Artık tek sorun dengesiz duruşum ve başımın dönmesi değil elbette. Bir güvenlik geçişi daha var. Geçiş turnikelerine doğru ilerlerken hızlı bir hamleyle önüme atlayan güvenlik görevlisi 'Bir saniye hanımefendi, siz turnikelerden geçemezsiniz. Ameliyat yeriniz turnikelere çarpabilir, ben size otomatik kapıyı açayım' diyor...'' -Aç tabii! Zedelenmeden geçeyim-  ''Nihayet bahçedeyim ve müthiş bir ay ışığı altında rüzgarı tadıyorum... Yokluğum, bu güzelliği yaşamama yetecek zaman sonra fark ediliyor ve derhal peşime düşen hemşirem tarafından  odama alınıyorum... Kısa bir özür faslından sonra tekrar uykuya dalıyorum...''
 
 Ve sabah, taburcu oluyorum... ''Hastaneye ökçesi oldukça yüksek ayakkabılar giyerek geldiğim halde, çıkarken umurumda dahi olmayan kalabalığın içinden; hiç sevemediğim gri geceliğim, beyaz çoraplarım ve üzerinde sarı kelebek olan eflatun terliklerimle ilerlerken aklıma; 3105 numaralı, yamuk sıralanmış tabloları olan, mavi odamdaki yatağa yattığımda ilk düşündüğüm şey geldi; pencereden kaçmak için, odamın zeminden fazla yüksek olduğunu düşünerek hayıflandığım... Ve ameliyatın vız geleceği; kapıda beliren tatlı hemşiremin elindeki, o kocaman iğnenin yanında...''

 Şu an düşündüğümse ameliyata girmeden önce çok merak ettiğim; ameliyat sonrasında ilk ne düşüneceğim ya da kimi görmek isteyeceğimdi. İlk isteğim vücudumu tümüyle görebilmek olmuş. Görmek istediğim ilk kişiyse annemdi, ona canımın hiç yanmadığını söyleyebilmek için...

  Giderek artan  geçmiş olsun telefonlarına ve dalından koparılmış çiçekleri hiç sevmememe rağmen; anlamlı küçük notlar yazılıp, geçmiş olsun kartı iliştirilerek gönderilen çiçeklerime çok seviniyorum. Her biri benim için çok değerli ve sevildiğimi, düşünüldüğümü hissettirdi. Ve sağlıklıyken yanımda olan şimdi yanımda yoksa, o gerçek sevgi değilmiş farkına vardım... Şimdi evimdeyim, nekahet dönemim; hastalık sonrası, ruhsal ve fiziksel açıdan kendimi yenileme, kabuk değiştirme zamanı! Alışkanlıkla elim sigara aranıyor, bıraktığımı hatırlıyorum...

4 yorum:

İbrahim G.Yaka dedi ki...

Sevgili Aysen; daha ilk pragrafında "beni mutlaka oku" mesajı veren yazını, ard arda iki kez hem hüzünlenerek hem de yazının içerik ve üslubundaki olağanüstü güzellikten aldığım hazla bir çırpıda okudum. Ameliyat olacak-olmuş bir kimsenin, başından geçen bir oprasyonu; "ancak bu kadar güzel anlatılır" dedirtecek tarzda bir yazıydı. İlk paragrafındaki ilginç sözlerinin yerini son parafrafta derin bir duygusallığın alması beni inan çok etkiledi. Hele o, benim de çocukluğumdan beri merak edip üzrinde yerli yersiz kafa patlatıp, çevremden de olumsuz tepkiler aldığım "narkozun bir tür ölüm taklidi" olduğu şeklindeki cümlelerinin merağımı celbeden tadı hiç gitmiyor.
Bir an önce eski sağlığına kavuşman dileklerimse sana tekrar geçmiş olsun diyor, o harika yazılarının devamını bekliyorum.
Sevgiler, saygılar

İbrahim G. YAKA

Aysen Yücedağ dedi ki...

Çok çok teşekkür ederim İbrahim... Yazılarımı beğenmeniz beni hep mutlu etmiştir.

Geçmiş olsun dileğiniz için ayrıca teşekkür ederim, sağolun...

Sevgilerimle!

Belgin Özdemir dedi ki...

Çok büyük geçmiş olsun. Nur gibi yüzünüze şifa versin yaradan, en kısa zamanda sağlığınıza kavuşmanız dileğimle.

Aysen Yücedağ dedi ki...

Çok teşekkürler Belgin hanım....